Sadık Anlatıcınız Alex, üç kankasıyla birlikte bu ürkütücü distopya ortamında kafalarına estiği gibi
yaşamaktadır. Geceler onlara aittir. İlk önce sütbarına gidip kafalarını güzelleştirirler; sonra gelsin soygunlar, adam yaralamalar, tecavüzler, hayvan katliamları... Tek dertleri ise aynasızlara yakalanmamak.
Kitabı okumaya başladığımda bu atmosferin midemi aşırı bulandırdığını söyleyebilirim. Neredeyse kafamda "iğrenç bir kitap bu" diye bir önyargıyla damgalayacaktım kitabı. Sonra kitabın arkasını bir daha okudum ve Instagram'daki birkaç kısa yoruma göz attım, böylelikle kitabı bir distopya şeklinde alarak ve büyük bir merakla okumaya devam ettim. İyi ki de öyle yapmışım.
Kitap genel olarak "iyi olmak" ve "iyi olma seçeneğine sahip olmak" üzerine kurulmuş diyebilirim. Kitabı okurken kendimi bu konuda ister istemez sorguladım. Alex'in değişimi ve ardındaki gerçekleri kendi davranışlarımla kıyasladım. Başımdan Alex'inki gibi şeyler geçmiş değil ama hayatımda kötü olanı yapmak varken kendimi durdurduğum bazı anları ve bunun ardında yatan o "hastalık hissi"nin tanıdıklığı üzerinde düşündüm.
Ardında yatan soruyu ustalıkla cevapladığını, gerekli mesajı verdiğini düşündüğüm bu kitabın sonlarına doğru gelirken aklımda doğal olarak ikinci bir soru oluştu, ben de onun cevabını aradım. Ama kitabın verdiği cevap beni tatmin etmek çok uzaktı. Ya ben altında yatan mesajı tam anlayamadım ya da yazar bu soruya cevap vermeye çalışmadan karakterin bakış açısını yansıtmayı tercih etmiş yalnızca. Öbür türlü tüm bu pisliği "gençlik" altına süpürebilmek ne mümkün? Çıkarmamız gerek sonuç,"İnsan yasalar dayattığı için değil, ucunda ceza olduğu için değil; iyi olmayı tercih ettiği için iyi olmalıdır. Dayatma bir iyilik, insanı insanlıktan çıkarır. Bu yüzden insan kötü olmayı tercih ederse bu konuda hiçbir şey yapmamalıyız. Gençliktir, büyüyünce geçer." değidir herhalde. Yazarın kara mizahını konuşturmak istemesi de bir ihtimal.
"Evet evet evet, işte buydu. Gençlik bitmeliydi, ah evet. Ama gençlik, hayvanmış gibi olmaktır zaten sadece. Hayır, sadece hayvanmış gibi olmak değil de hani şu sokaklarda satıldığını dikizlediğiniz minik oyuncaklardan biri olmak gibidir, teneke ve içi zemberekli ve üstünde kurma kolu olan ve gırr gırr gırr diye kurunca gitmeye başlayan, yürüyen filan minik heriflerden biri olmak gibidir, ey kardeşlerim. Ama dosdoğru gider ve bir şeylere çarpar ve bam bam ve yaptıklarını elinde olmadan yapar. Genç olmak, bu minik makinelerden biri olmak gibidir.
Oğlum, oğlum. Oğlum olunca, yeterince büyüyünce ona bütün bunları açıklayacaktım. Ama sonra anlamayacağını veya anlamak istemeyeceğini ve yapmış olduğum şeyleri yapacağını, evet hatta belki miyavlayan tekirlerle ve sarmanlarla çevrili zararlı bir moruk sazanı öldüreceğini ve ona cidden engel olamayacağımı anladım. O da kendi oğluna engel olamayacaktı kardeşlerim. Dünyanın sonuna kadar filan da böyle gidecekti, durmadan durmadan durmadan, kocaman dev bir herif filan gibi, belki de dev ellerinde leş kokulu pis bir portakalı döndürüp döndürüp duran bizim Tanrı'nın kendisi gibi (Korova Sütbarı sağ olsun)."
Kitabın kapak tasarımı muhteşem ve adı da oldukça ilgi çekici. Yazar, neden bu adı seçtiğini şöyle anlatıyor:
Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...
Kitapta kullanılan dil de çok özgün. Burgess, anti kahramanı için bu dili, yakın geleceğin argosu "nadsat"ı, oluşturmuş. Tabii bu çevrilirken ne kadar aktarılabilmiştir bilmiyorum ama ben okurken zevk aldım.
"Otomatik Portakal"a dair görüşlerimi toparlamak gerekirse; aramızda sevgi-nefret ilişkisi kurduğumuz bu romanı okumadan geçmeyin, okurken de bazı şeyleri sorgulayın derim. Kitaptaki her şeyi kabul etmedim belki ama karşımda açılan yeni bir pencereyle yeni bir bakış açısı kazandım ki ben bunu zenginlik sayarım. Hayatımı ya da düşünce tarzımı tümden değiştirmemekle birlikte aklıma bir tohum ekti. Sulayıp büyütmek benim elimde.
Tüm bunları söyledikten sonra birkaç alıntıyı ve filminin fragmanını bırakıp kaçıyorum:
"Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıkları yok,öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? Madem kimileri iyi insan olmayı seçiyor. madem bundan haz alıyorlar, onlara hayatta karışmam, kimse de bana karışmasın. Ama bana karışıyorlardı. Üstelik Kötülük bireye özgüdür, sizlere, bana ve tek tabancalığımıza özgüdür ve bizleri yaratan bizim Tanrı'dır, hem de gururla ve keyifle yaratmıştır. Ama birey olmayan şeyler kötülüğe katlanamazlar, yani devlet ve yargıçlar ve okullar kötülüğe izin vermezler çünkü bireylere izin veremezler. Hem modern tarihimiz, bu büyük makinelerle savaşan cesur, küçük bireylerin öyküsü değil midir kardeşlerim?"
"İyilik içten gelir 6655321. İyilik seçilen bir şeydir. İnsan seçemediğinde insanlıktan çıkar."
"Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?"
Filmi de şahaneye benziyor, izlemek için sabırsızlanıyorum^^
"Ama sizler, ey kardeşlerim, eskidenki küçük Alex'inizi arada sırada hatırlayın. Amin. Ve bok püsür.