2 Ekim 2017 Pazartesi

Kardeşimin Hikayesi

"Kardeşimin Hikayesi", Zülfü Livaneli'den okuduğum ikinci kitap, birincisi "Serenad"dı. İkisini kıyaslayacak olursam "Serenad" daha güzeldi ama bu kitap da hayal kırıklığına uğratmadı beni.



Hepimiz öleceğimizi biliriz ama öldürüleceğimiz aklımıza gelmez, yazdım. Kim bilir kaç milyon bebek, doğduktan sonra sevinçle, alkışla  karşılanmış, daha o anda yaşlanmaya başladığı ve ölüm mahkumu olduğu anasının babasının aklından bile geçmemiştir. Daha da tuhafı hiç kimse doğan bebeğin bir gün öldürülebileceğini, bir cinayete veya bir kazaya kurban gidebileceğini, idam edilebileceğini, savaşta ölebileceğini düşünmez. Oysa bunların hepsi insanlar için. İnsanlık tarihi boyunca milyarlarca kişi "normal" denilen şekilde yaşlanıp ölmemiş, öldürülmüş.

Kitap iki katmandan oluşuyor: Birinci katmanda anlatıcımız Ahmet dünyadan elini ayağını çekmiş, sakin bir balıkçı köyü olan Podima'da kitaplarıyla ve köpeğiyle birlikte rutin bir hayat sürerken bir kadın cinayetini araştırmak üzere köye gelen genç ve güzel gazeteci kızla tanışıyor. Başlarda kızın amacı cinayete dair dişe dokunur bir şeyler öğrenmekken kendisini Ahmet'in ikizi Mehmet'in hikayesini dinlerken buluyor. Kitabın ikinci katmanını da Mehmet'in hikayesi oluşturuyor. Daha sonra bu iki katman tek düzlemde birleşerek olaylar birbirine bağlanıyor.

Kitapta olayları Ahmet'in ağzından dinliyoruz. Ahmet, arkadaşı(!) Arzu Kahraman'ın cinayetine gösterdiği tepkiyle, ya da daha doğrusu tepkisizlikle, daha ilk sayfalardan "Yabancı"nın Merseult'unu hatırlatıyor. Psikolojik sorunlarının sinyalini de yine ilk sayfalardan veriyor. Gazeteci kızımızın ağzından şöyle biri Ahmet: Duyuları olan ama duyguları olmayan bir adam, kimseye dokunamıyor, aşk ve nefret duyamıyor, egosu yok ve hayvanlarla konuştuğuna inanıyor. Ahmet konusundaki hislerimden pek emin değilim. Ben karakterini yeterince tutarlı bulmadım ama henüz bu konuda karar verebilecek düzeyde değilim. Köpeği Kerberos'la ve kitaplarla olan bağındansa çok etkilendim. Yaşadığı evse rüyalarımın evi diyebilirim; odaları temalarına göre kitaplarla tıka basa doldurulmuş bir ev, mükemmel!

Gazeteci kızıysa daha ilk andan beri hiç beğenmedim. Kitap karakterlerinden istemsizce bir zeka düzeyi bekliyorum ve bence bu kız çok salaktı. Ben bile daha profesyonel bir gazeteci olurdum sanıyorum. Yazarın ya da Ahmet'in gözünden kızı göremediğimden kızın kitaptaki rolüne  anlam veremiyorum.

"Kardeşimin Hikayesi" her ne kadar benim dört günümü almış olsa da bence çok sürükleyici ve okuması inanılmaz kolay bir kitap. Bunda herhalde yazarın dili ve Mehmet'in adeta "Binbir Gece Masalları" gibi günlere yayılarak anlatılan hikayesindeki merak unsuru etkili.

Romanın bir diğer çok beğendiğim yanıysa kitaplarla iç içe olması, çok seviyorum ben kitaplarla iç içe şeyleri okumayı! Ahmet'in yalnızca evi değil, aklı ve dili de kitap dolu. Yaşanan olaylar ona okuduğu olayları, karşılaştığı insanlar kitap kahramanlarını hatırlatıyor. Zaten hayattaki tek gerçek şeyin de edebiyat olduğunu savunuyor. Bununla ilişkili ve buna ek olarak kitabı okurken arkasında derin bir kültürel birikim hissediyorsunuz ki bu benim için çok büyük bir zevk. Kitapla ve edebiyatla ilgili alıntılardan şuraya buraya serpiştirmek isterdim ama o kadar çoklar ve o kadar güzeller ki seçim yapmam imkansız.

Ne yazık ki bu romana dair olumlu görüşlerimin yanı sıra olumsuz görüşler de biriktirdim bir sürü. Bunlardan en önemli iki tanesi Olga'yla ilgili ki herhalde kendisinin Mehmet'i yıkan aşk hikayesinin ana kahramanı diye tanıtsam sürprizbozan vermiş olmam.

İlk olarak Olga'nın ilahlaştırılmasından çok rahatsız oldum. Bir aşk hikayesinde böyle bir karaktere yer verilecekse bile bu karakterin yalnızca aşığının bakış açısından böyle birisi olmasını tercih ediyorum. Bu haliyle "muhteşem" bir karakteri kabul etmekte çok çok zorlanıyorum ve bir aşk hikayesinin içindeyse olumlu bulmuyorum. Fantastik bir kitapta olsa kabul edebilirdim.

İkinci olanıysa sürprizbozan vermeden anlatmanın bir yolunu bulamıyorum. Eğer kitabı okumuşsanız 284'ten sonraki sayfalara şöyle bir göz atarak neyden bahsettiğimi anlayabilirsiniz. Bu sayfalarda olanları hiç gerçekçi bulmadım. "Gerçekçilik"ten kastım olayın günlük hayatta yaşanmasının imkansızlığı değil, çünkü bence mümkün, ama bir romandan bekleyeceğiniz gerçekçilik anlayışına tersti. Eğer edebiyat dersi aldıysanız Tanzimat Dönemi romanlarını hatırlarsınız: Biri evlenir, evlendiği kişi babası çıkar, kız hastalanıp ölür, babası intihar eder, kızın aşığı intihar eder vs. vs... Bunların hepsinin gerçekte olma olanağı vardır ama bir romanda okuduğumuzda ucuz geliyor, aşağı yukarı böyle anlatabilirim sanırım.

Bunun dışında her ne kadar Ahmet'in duygusuz olduğunu bilsem de kediyle olan sahneleri beni çok rahatsız etti. En çok da gazeteci kızın buna olan tepkisizliği... Aynı tepkisizliği Hatice Hanım'ın hikayesi için de gösterdiğini görmek de yine öyleydi. Diğer bir iki noktayıysa tek tek işaret etmeye gerek yok.

Sonlara gelindiğinde kitabın herhalde en vurucu noktası olan gerçeği başından beri tahmin diyordum ama "Yok ya, değildir öyle." falan diyordum. Kitap bittiğindeyse her şey açığa çıktı tabii.

Cinayetin ardındaki hikaye ise benim için basitçe "üzücü"ydü.

Kitabı bitirdikten sonra geride bırakılmış ipuçlarını anlayabilmek güzeldi.

Bir psikoloji 1. sınıf öğrencisi olarak özellikle ilgimi çeken yerler oldu.

Konu aşka gelince de Ahmet'in kafasından ziyade Ali'nin kafası uydu bana ama gavatlığa kaçmayan tarafıyla. Yani ben de cinayetlere ve şiddete sebep veren kıskançlığı aşka değil, sahip olma isteğine bağlıyorum Ali gibi.

Benim her şeye rağmen beğendiğim bir kitaptı. Sizlere de tavsiye ediyorum. Ama hayatınızda tek bir Zülfü Livaneli kitabı okuyacaksanız bu "Kardeşimin Hikayesi" değil, "Serenad" olsun lütfen.

Son olarak da kitabın kapağındaki tabloyu çok beğeniyorum. Tablo üzerinden yapılan farklı yorumlamaları okumanızı tavsiye ediyorum.

Sevgiler. :)