22 Ağustos 2017 Salı

BÜLBÜL

Bu uzun hayatımda tek bir şey öğrendiysem o da şudur: Aşkta kim olmak istediğimizi, savaştaysa kim olduğumuzu keşfederiz.

Kitabımız bu cümleyle bizim için 1995 yılına bir pencere açıyor; karakterlerimizden birinin bugünü üzerinden kollarını geçmişe uzatıyor ve bizi 1939 yılına, II. Dünya Savaşı Fransa'sına bırakıyor.

Yazarın birkaç yıl önce "Kış Bahçesi" adlı kitabını okuyup bitirdiğimde şöyle bir cümle kurmuştum: "Artık hayatıma nasıl devam edebilirim, bilmiyorum." O da "Bülbül" gibi tarihi kurgu türünde bir romandı ve yazarın "Bülbül"ü yazana kadar en sevdiği kitabıydı, bu yüzden beklentimin ne kadar büyük olduğunu tahmin etmişsinizdir. Fakat ne yazık ki kitap kötü olmasa da beklentilerimin altında kaldı. Kitap o hissi vermedi yani, kendimi istediğim kadar içinde hissedemedim. Bunun sebebi illa da kitabın kendisi olmayabilir, muhtemelen "Kış Bahçesi"ni da şimdi okumuş olsam o kadar da beğenmezdim. Yine de güzel bir kitaptı.

Neden bilmiyorum ama II. Dünya Savaşı'nda dair yapıtlar beni çekiyor biraz ve konuda yalnız olmadığımı da biliyorum. Daha önce "Kitap Hırsızı" ve "Çizgili Pijamalı Çocuk"u okumuştum bu ortamda geçen ve ikisi de çok iyi kitaplardı. Kitapların üçü de benzer amaçlarla aynı dönemi aktarmış olsa da atmosferleri birbirinden farklı. Bu da yazımda tutulan yoldan ve hangi açısıyla aktarılacağına dair yapılan seçimden kaynaklanıyor sanırım. Mesela Kristin Hannah bu kitabı zıt karakterleri iki kardeş üzerinden -ki yazarın diğer kitaplarını da okumuşsanız "zıt karakterli kardeşler"le başka kitaplarında da karşılaşmışsınızdır- yazmış. "Zıt karakter"den kastım iyi ve kötü değil, zaten yazarımız bu tür keskin ayrımlardan genel olarak uzak duruyor ve  hayatın için karakterlerle çıkıyor karşımıza. Katıldığı savaştan sonra değişen, kızlarından yüz çeviren bir baba ve çok sevilen ama artık hayatta olmayan bir annenin acısını büyük kardeş Viann kendisini seven ve kendisinin de sevdiği yeni insanlar bularak atlatmaya çalışıyor. Kendisine kurduğu bu kırılgan ve yeni hayatında sevgiyi talep eden, inatçı, asi kardeşi Isabel'e hak ettiği yeri veremiyor. Böylece iki kardeşin hayatı kendi karakterleri etrafında şekillenen iki ayrı kola ayrılıyor. Savaş kapıya dayadığında doğal olarak iki kardeşin tepkisi de birbirinden farklı oluyor. Viann yalnızca kocasının eve dönmesini ve çocuklarının güvende olmasını dilerken Isabel Fransa'yı tekrar özgür kılabilmek için üzerine bir görev düştüğüne inanıp bunun peşinden gidiyor. İki kardeş de savaşa, ölüme, yıkıma, kimliksizleşmeye, kayba kendi yollarıyla direniyor.

Bülbül bence savaşın yalnızca erkeklerle ilgili olmadığını, kalıp sabretmenin de gidip savaşmak kadar güç ve cesaret istediğini hatırlamak adına güzel bir kitap. Bence kitabın geride kalanlar üzerinden işlenmesi iyi bir seçim olmuş. Böylece savaşın aslında kimseyi geride bırakmadığını, herkesi çığına katıp da kimseyi olduğu gibi bırakmadığını da görmüş oluyoruz.

"Hikayeleri erkekler anlatır," diyorum. Sorusuna verilecek en doğru, en basit cevap bu. "Kadınlar hayatlarına devam eder. Bu bizim için bir gölge savaştı. Bittiğinde bizim için törenler düzenlenmedi, bize madalyalar verilmedi, adımız tarih kitaplarında geçmedi. Savaş sırasında yapmamız gerekeni yaptık ve bittiğinde parçaları bir araya getirip hayatımızı yeniden kurduk." 

Olayların Fransa üzerindeki izdüşümlerini görmek de etkileyiciydi, ilk kez tüm bunlara Fransa penceresinden bakma imkanı buldum. Böylece her ne kadar çok farklı olsak da aslında büyük bir çatının altında hepimizin bir olduğunu hatırlamış oldum. Hepimiz aşık oluyor, acı çekiyoruz; fedakarlıklar yapıyor, bizim olanı korumak istiyoruz; hepimiz direniyoruz; yaşamak, kendimiz olarak yaşayabilmek istiyoruz.

Nazi katliamları, işkenceleri bir insanlık ayıbıdır ve bana başkaları adına da utanmayı öğretmiştir. Ayrışmaya, bölünmeye bu kadar yakın olduğumuz, savaşın bir adım ötedeki pis nefesini bir yanımızda hissettiğimiz bu dönemde insanlığımızı hatırlamak, savaşın çirkin yüzüne tanık olup da aklımızdan çıkarmamak için okunası bir kitap. Benim için yalnızca duygusal anlamda kazandırıcı bir kitap değil aynı zamanda bilgilendirici bir kitap da oldu. Mesela Oradour-sur-Glane'de olanları ilk kez duydum ve içim ürperdi.

Ama sevgi nefretten güçlü olmalı yoksa bir geleceğimiz olamaz

Bir de bunu yazının neresine konduracağıma karar vermedim ama Kristin Hannah'nın düşman saflarının da bizim gibi insanlardan oluştuğunu; bu insanların da ailesinin, hislerinin ve değer yargılarının bulunduğunu bir karakter üzerinden anlatmasından çok hoşlandım. Gerçek düşmanımızın kim olduğunu, kim olmadığını bilmek daima çok önemli bence.

Kitabın diline, anlatımına dair pek bir şey söylemedim ama bence gayet iyiydi ve yeterliydi.

Tarihi kurgu sevenlere akıllarında bulundurmalarını tavsiye ederim.

Kim olduklarını düşünme, kim olduğunu düşün.

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Neler Oluyor Hayatta?

Son dört yazımın okunma sayısı sıfırken (0) uğraşıp da yeni bir yazı hazırlamak akıl işi mi bilmiyorum ama genel bir yazı yazmak istedim çünkü bir şeyler hakkında tek tek yazı yazmaya vaktim olmadı. Yazmayı bitirince blogumu nasıl tanıtabileceğimi araştırayım bari.

Temmuz ayında 5 kitap okumuşum ki okuma sıramla şöyleler:
1-Beş Küçük Domuz - Agatha Christie
2-Korku - Stefan Zweig
3-Çocukluğun Sonu - Arthur C. Clarke
4-Ah'lar Ağacı - Didem Madak
5-Theo'ya Mektuplar

Sayıca pek fazla olmasa da hepsini beğenerek okudum o yüzden bu ayımı çok da verimsiz sayamam.

"Beş Küçük Domuz" hakkındaki yazım için buraya, "Çocukluğun Sonu" hakkındaki yazım içinse buraya tıklayabilirsiniz.

"Korku" okuduğum ikinci Zweig kitabıydı. İncecik ve yoğun, olaylardan ziyade ruhsal betimlemelerin ağırlıkta olduğu bu kitabı beğenerek ve yazarına hayranlık duyarak okudum.

"Ah'lar Ağacı" aldığım ve okuduğum ilk şiir kitabıydı. Hani Gülten Akın diyor ya "Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya" diye, belki de bu sebepten şiirle iç içe olamadım şimdiye kadar. Ama Didem Madak'la iyi bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum ve şiir okumaya devam etmek istiyorum.

"Theo'ya Mektuplar" benim için özel bir kitaptı. Doctor Who'nun "Vincent and The Doctor" bölümünü izlediğimden beri Van Gogh'a karşı bir ilgi duyuyorum. Şiire karşı olan mesafem resme karşı da var ama Vincent Van Gogh'un resimleri gerçekten hoşuma gidiyor. Bu sebeple onun kardeşi ve maddi manevi destekçi olan Theo'ya yazdığı mektupları okuyarak iç dünyasını daha iyi tanımak ve yaşamında değeri bilinmeyen bu güzel adamı daha iyi takdir edebilmek istedim. Pek çok kişi için heyecan verici bir kitap sayılmaz ama ben pek çok satırda kendimi buldum ve çok ilham aldım. Ressamı sevenlere ya da resim işiyle ilgilenenlere özellikle tavsiye ederim. Aslında çok daha uzun bir yazı hazırlamayı düşünmüştüm bu kitap hakkında ama bir gece geç saatlerde bitirdim ve ertesi sabah da Antalya'ya doğru yola çıktık erkenden.

"Yıldızlara baktığımda düşlere dalıyorum, tıpkı bir haritada kentleri ve köyleri gösteren siyah noktalara bakarken düşlere daldığım gibi. Neden, diye soruyorum kendime, gökte pırıl pırıl parlayan noktalar da Fransa haritasındaki kara noktalar kadar ulaşılabilir olmasın? Bizi Tarascon ya da Rouen'a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ölüm götürür. Yaşadığımız sürece yıldızlara varamayız, nasıl ki öldükten sonra trene binemeyiz, öyle."




Umarım düşlediğin yıldızlara varabilmişsindir sevgili Vincent. Ellerini sıkı sıkı sıkarım ve sana inanıyorum.

Temmuz ayında bir de dergi okuyordum: Arka Kapak. Dosya konusu J.R.R. Tolkien olduğu için kaçırmak istememiş, almışken de bu sayıyı bütün yazılarını okuduğum tek dergi yapmak istemiştim. Kısmet olmadı, Antalya'ya gitmeden evvel hala okumadığım altı yazı kaldı. Bu ay tamamlarım sanıyorum ama süresi geçince hevesim kaçtığından çok da emin olamıyorum.

Bu ay iki film izledim bir de : The Beauty and The Beast ve Persepolis. Birkaç tane daha film izledikten sonra toplu yazı yazabilirim sanıyorum.

Gelelim bu aya yani Ağustos ayına. Geçen ayın son günü  Antalya'ya gitmek için çıktık yola, dün gece de Bursa'ya vardık. Orada hem denizde hem de havuzda yüzdüm, bol bol yemek yedim ve biraz da gezdim. Gelmişken Olympos ve Phaselis Antik Kentlerine gittik. Bu tür gezintilerden hoşlanıyorum. Oralara gittiğimde zaman denilen ince perdenin ardında benimle aynı mekanda bulunan, yaşayan, benimle soluk alıp veren insanları düşündüm. Özellikle Phaselis Antik Kenti'ndeki tiyatroda acaba ne tür şeyler gösteriliyordu diye düşündüm ve rengarenk kıyafetlere bürünmüş, coşku içindeki bir seyirci
kalabalığını hayal etmeye çalıştım. Bol bol da fotoğraf çektim.

Giderken yanıma "Kan ve Yıldız Işığı Günleri"ni almıştım okurum diye ama o iş yalan oldu. Mola verdiğimizde hemen dergilerin olduğu yere gittim ve kendime OT'un bu ayki sayısını aldım; iyi ki de almışım! Dergiyi altı gün içinde bitirdim ve eğer ergenliğimde okuduğum dergileri saymazsak bütün yazılarını okuduğum ilk dergi oldu. Bunu da derginin keyifli oluşuna borçluyum. Ne zamandır dergi arayışındaydım, farklı dergiler denemiş ama kendime göre olanı bulamamıştım hiç; OT bundan sonraki aylar için de iyi bir seçenek oldu. Bundan sonra her ay en az bir dergi okumayı düşünüyorum, her ay aynı dergi olmak zorunda değil ama.

Bursa'ya döndüğümüz gece bahçedeki evimizde kaldık. Benim için iyi oldu. Yaşlanınca doğayı insanlardan çok arayacağımı tahmin ediyordum ama doğanın çekiciliğinin bu yaşta bu kadar artmasını beklemiyordum. Küçüklüğümden beri kendimi denize daha yakın hissederim ama bu yıl "Acaba ben daha çok orman insanı mıyım?" diye düşündüm.

Bahçeden eve gelip de valizleri boşalttıktan sonra yaptığım ilk iş ise Game of Thrones'un birkaç gün önce yayımlanan bölümünü izlemek oldu. Sonraki bölümü da sızdırılmış internete - zaten baya baya hacklenmişler- ama ben asıl çıkış vaktinden önce izlemeyeceğim saygımdan, her ne kadar diziyi yasadışı yollardan -yani galiba öyle- izliyor olsam da.

Game of Thrones'tan sonra da Rick and Morty'nin yeni bölümünü izledim. Şimdilik böyle.

Hoşçakalın.