24 Eylül 2017 Pazar

Bin Muhteşem Güneş

Bu kentin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin
Ne de duvarlarının gerisinde gizlenen bin muhteşem güneşi


Bu kitabı 2015 Bursa Kitap Fuarı'nda almıştım. Henüz okumadığım 12 diğer kitapla birlikte "Bin Muhteşem Güneşi" yanıma, Ankara'ya getirdim. Hangi kitabı okusam, diye kararsızlıkla kıvranırken gözüm bu kitaba çarptı ve çok da güzel oldu. İki yıllık bir beklemenin ardından sonunda, doğru bir zamanda okuyabildim.

Khaled Hosseini'yi "Uçurtma Avcısı"yla tanımıştım. "Uçurtma Avcısı" içimi çok acıtsa da çok beğendiğim bir kitap olmuştu. Okuduktan sonra yazar olmanın çok zor ve büyük bir şey olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Sanırım "Uçurtma Avcısı"nı daha çok beğenmiştim ama bu kitap da yine pek çok açıdan çok güzeldi benim için.

"Bunu iyice kafana sok, kızım," dedi Nana. "Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman."

Eğer kitaba dair anahtar kelimelerin bir listesini çıkarsam sanırım "kadın" başı çeker. Kitapta "kadını" pek çok temel haliyle görebilmekteyiz: seven, inanan, uman, sabreden, fedakarlık yapan, merhamet eden, ezilen, kaybeden, yeniden başlayan, direnen... Üç karılı Celil'in hizmetçisinden doğma, harami bir çocuk olan; ıssız bir yerde, minicik kulübede acı ve nefretle yoğrulmuş annesiyle yaşayan; çok sevdiği babasını her perşembe nefesini tutarak bekleyen bir Meryem karşılar bizi kitabın başında. Sonra Leyla gelir. Aşık Leyla. Güzel Leyla. Annesinin gidenlerin ardına takılı kalmış gözleri kendisine çevrilmeyen, bir öğretmen olan babasının geleceğinden çok şey beklediği Leyla. Bu iki kadının yolu ölümün, kimsesizliğin, çaresizliğin ve bir bebeğin kendilerini ittiği bir noktada kesişir. Sonrasında da hep birliktedirler zaten; Leyla'da hep biraz Meryem kalır mesela, hep kalacaktır da. 


Aklına Nana'nın bir keresinde söylediği bir şey geldi; her bir kar tanesinin, dünyanın bir yerinde haksızlığa uğrayan bir kadının ağzından dökülen bir ah olduğunu. Bütün bu iç geçirmeler gökyüzüne yükseliyor, bulutlar halinde toplanıyor, sonra minicik parçalara bölünüp sessizce aşağıya, insanların üstüne yağıyordu. Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen her şeye nasıl sessizce katlandığımızın.

İkinci anahtar kelime: Afganistan. Ama daha da özelinde "Afganistan'da kadın olmak". Mesela çocuk yaşta evlendirilir canım kızlar. Bu çocuk gelinlere düşer evi temizlemek, yemek yapmak, sökük dikmek her işe koşmak. E tabii geceleri de kocalarının zevk oyuncağı olmak. Sıradaki görevleri: çocuk doğurmak. Erkek olursa ne iyi, kız olursa aman dikkat, hiç olmazsa da hazırla kendini başına geleceklere. Kocan bir daha bakmayabilir yüzüne, belki bir daha konuşmaz bile senle. Görevini yapamadın ya hani, belki yanına bir ikincisi getirilir yerine. Tabii ki dönemin siyasi şartları da belirler senin konumunu. Bir bakarsın hemcinslerin çalışıyor okullarda, hastanelerde; bir bakarsın burqasız, erkeksiz dışarı çıkamaz olmuşsun. Seninle konuşulmadan ağzını açamaz olmuşsun. Hiçbir yerde çalışamaz, kocaya mahkum olmuşsun. Ya da Afganistan'da değil de Türkiye'de bir kadınsın mesela, bu kitabı okumuşsun. Sonra durup sormuşsun kendine: "Ülkemde ne Taliban var ne de bir şey! Demokratik, özgür, eşit bir cumhuriyet ülkesinde yaşıyorum güya! Öyleyse neden, Allah'ım neden, ülkemdeki bazı kadınlar aynı durumda?

Bu savaş bittikten sonra Afganistan'ın erkekler kadar, belki daha da çok, sizlere gereksineceğini biliyorum. Çünkü bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur.

Özeline girmeden "Afganistan"da kalalım biraz da. Khaled Hosseini bu kitabında da doğduğu topraklardan, Afganistan'dan vazgeçmemiş. İyi ki de öyle yapmış. Ben genelde Batı edebiyatından eserler okuduğum için şehir yaşantısıyla, kültürel değerleriyle, insanlarıyla Doğu'ya konuk olmak benim açımdan güzel bir değişiklik ve zenginlik oldu. Olayların geçtiği yerlerden bazılarını görmek istedim. Okurken yer yer kendi kültürümüzle ortaklıkları ve farklılıkları saptadım. Dünyanın neresinde olursa olsun insanın başka bir kıyafette ama yine de aynı insan olduğunu görmüş oldum.

Afganistan aynı zamanda siyasi hayatıyla da kendine yer bulmuştu satırlarda. Ben bu kısımları takip ederken epey zorlandım ama o zamanın halkının kafasının da benimki kadar karışmış olduğunu sanıyorum. Kim dost, kim düşman belli değil. Zamanında Taliban bile sevinçle karşılanmış ama her kim kendini kahraman bilip de kurtarmaya çalıştıysa memleketi, Afganistan'ıın üzerine acı olup yağmış sanki. Savaşın korkunç olduğuna eminim ama iç savaş bence daha da korkunç. Tarafını, kime güveneceğini; neye karşı. ne için mücadele edeceğini bilememek çok yorucu. Bunu kitap üzerinden görmek de mülteciler konusunda biraz daha duyarlılık kazanmamı sağladı. 

Kitabın üçüncü anahtar kelimesi de "insanlık" ve bütün anahtar kelimeleri, ülkeleri ve evreni de içine alıyor.

Khaled Hosseini'nin o güzel anlatımıyla yazdığı, araya kendi dilinden kelimeleri serpiştirerek yazdığı, halkına ve kadınlara ses olduğu bu güzel kitabı bünyesi çok çok hassas olmayanlara tavsiye ediyorum. Afgnistan'ın şu anki durumunu da çok merak ediyorum, yazıyı bitirince araştırayım biraz.

Leyla hayata sarıldı. Çünkü sonunda, yapabileceği tek şeyin bu olduğunu anladı. Bir bu, bir de umut etmek.

Bence önemli bir not: Bütün insanlar özgür olana kadar hiçbir insan özgür değildir.

Ve daha özelinde: Bütün kadınlar özgür olana kadar hiçbir kadın özgür değildir. Sevgiyle kalın.

3 Eylül 2017 Pazar

Dorian Gray'in Portresi

Bir insanın görünce bir daha dönüp bakacağı ya da insanların güzelliği hakkında görüş birliği yapacağı birisi değilim ama geçenlerde kendimde yeni bir güzellik keşfettim: gençlik! Gençliğin verdiği güzelliğin, canlılığın, enerjinin ne kadar eşsiz ve geçici olduğunu fark ettiğimden beri de yaşlanmaktan korkar oldum. Bu da kitabın konusuyla doğrudan alakalı olduğundan "Dorian Gray'in Portresi"ni okumak için doğru bir zaman seçmişim.


















Güzel, genç, güzel, masum ve güzel bir delikanlı olan Dorian Gray, yetenekli ve saf bir ressam olan Basil Hallward'ın dünyasına bir ilham güneşi gibi doğar. Basil, Dorian'a duyduğu saf aşkla ve ondan aldığı ilhamla hayatının en güzel eserlerini verir ve çok sevdiği Dorian'ı herkesten saklamak ister ki geriye dönüp de olanlar düşünüldüğünde bu çok akıllıca bir harekettir. Fakat Dorian'ın Basil tarafından çizilmiş mükemmel resmini gören Lord Henry bu delikanlıyla kesinlikle tanışması gerektiğini düşünür ve tanışır da. Bu da Dorian için hayatının dönüm noktası olur. Hazcı ve kurnaz bir adam olan Lord Henry adeta Dorian'ın güzelliğine bir ayna tutar, onu tatlı tatlı günahlara çağırır, kalbinde yaşanmayı bekleyen zevkleri ona fısıldar ve geri çevrilmesi neredeyse imkansız olan bir dünyanın kapılarını onun için açar. Böylece yapılmaması gereken işler yapılır ve dilenmemesi gereken bir dilek dilenir...














Kitabın ilk sayfalarında bir yere post-it yapıştırmıştım ama birkaç cümle okuduktan sonra çıkardım ve bir daha da kullanmadım çünkü Lord Henry ne zaman ağzını açsa işaretlenmeye değer şeyler söylüyordu.




Kitabın ana karakteri Dorian olsa da bence en etkileyici karakter Lor Henry oldu. Manipüle etmede öylesine başarılı bir adam ki Dorian bir yana ben de etkilendim. Görüşlerinin çoğu bana uzak olan biri olsa da - özellikle kadınlar hakkındaki görüşleri- hakkını vermek lazım mutlaka. Şeytan insan olsa Lord Henry olabilirdi bence. Basil Hallward ise saflığıyla beni hayrete düşüren ve Lord Henry'le olan arkadaşlığına bir türlü anlam veremediğim bir karakterdi.








Okunan her sayfa iddialı görüşlerle dolu olsa da benim için okuması çok zor değildi ve çok keyifliydi. İlk sayfalarından itibaren gerçek bir kitap okumanın hissini tattım. Muhtemelen hayatımın en iyi kitaplarından birini okudum ve 9. bölümdeki bazı gereksiz uzatmalar dışında kusur bulamıyorum bile. Her satırda dolu dolu edebiyat okudum Oscar Wilde'ın bu tek romanında.








Oscar Wilde romanının karakterleri için şöyle demiştir: "Basil Hallward, benim olduğumu düşündüğüm; Lord Henry, dünyanın benim olduğumu düşündükleri; Dorian Gray ise benim olmak istediğim kişidir." Yalnızca bu söz bile kitabın Oscar Wilde'ın hayatıyla olan yakından ilişkisini açıklıyor. Bu ilişkiyi daha yakından incelemek için Everest Yayınlarından çıkan ciltli baskısı gerçekten harika. Sayfalar dolusu notlar eşliğinde Wilde'ın hayatının ve kişiliğinin kitap üzerindeki izdüşümlerini inceleme imkanı buluyorsunuz. Ama yine Everest'ten çıkan başka bir basımı tercih ettim çünkü kitabı, yazarın hayatının etkisinde kalmadan okumak istedim. Bir anlamda eseri yazara tercih ettim.










Everest Yayınları bence "Dorian Gray'in Portresi" konusunda rakipsiz. Ülker İnce'nin bu çevirisinin ödül alması bir yana Everest, Türkiye'de bu kitabı sansürsüz basan TEK yayıncılık. Bence bu gerçekten büyük bir utanç.






Kitabın sansürü Oscar Wilde'ın yaşadığı dönemde, hatta bir kısmı da baskılar yüzünden bizzat kendisi tarafından, yapılmış. Sansüre ihtiyaç duyan ne gördüler bilemiyorum. Belki de nasıl Dorian okuduğu bir kitap yüzünden zehirlendiyse okurlar da Lord Henry'nin sözleriyle zehirlenebilir diye düşünmüşlerdir. Ama zamanında Oscar Wilde'ın eşcinsel ilişkisi yüzünden hapse girdiği düşünülünce acaba bir erkeğin bir başka erkeğe duyduğu masum hisler mi sansüre ihtiyaç duydu diye düşünmeden edemedim. Belki sonra sansürlü halini de okuyup aradaki farkı tespit etmeye çalışırım.












Oscar Wilde'ın hayatına dair duyduğum tek tük şeyler bile o denli etkileyici ki kendi sandığının aksine Basil Hallward gibi olmasına ihtimal vermekte zorlanıyorum. Bu dâhiye dair mutlaka daha çok bilgi edinmeliyim.








Kitabı okumadan önce iki Dorian Gray uyarlamasıyla tanışmıştım. Birincisi The Librarians'tan:



















İkincisi ise çok sevgili dizim Penny Dreadful'dan:









Başlarda Reeve Carney'i özellikle emo saç stilinden ötürü Dorian Gray olarak beğenmediysem de bir süre sonra oyunculuğuyla gönlümü kazandı. Kitabı okurken de Dorian'ı zaman zaman bu surette hayal ettim ama bu hali özellikle saf zamanları için uygun değildi, zaten dizideki hali de saf zamanlarında değildi. He bir de kitapta Dorian'ın saçları kıvırcık.

























Film uyarlamasında ise Ben Barnes'ı kullanmışlar. Ne kadar yakışıklı da olsa ben beğenmedim bu tercihlerini. Ama bunu filmi izlemeden söylüyorum tabii.


Uzun lafın kısası benim bayılarak okuduğum bir kitap oldu. Bana bir yandan "Keşke Wilde'ın başka bir romanı daha olsaydı." dedirtirken bir yandan da "İyi ki tek bir roman yazmış, bir başkası yerini tutamazdı." dedirtti. Hakkını vererek okuyabilecek herkese -ki hakkını tek okumayla vermek mümkün değil- tavsiye ediyorum mutlaka.

NOT: Şu anda paragraflar neden birbirinden 8 metre ötede duruyor bilmiyorum ama aşırı üzüldüm :((((