25 Eylül 2016 Pazar

Senden Önce Ben ( Film )

Filmi yaklaşık yarım saat önce bitirdim ve sıcağı sıcağına hakkında yazmaya heves ettim. Ama aradan o yarım saatlik vakit geçti ve ben hemen yazmaya başlayana kadar hevesim biraz kaçtı. Umarım yazıyı bugün içinde tamamlayabilirim çünkü başka zaman tamamlama ihtimalim muhtemelen olmayacak.



Senden Önce Ben'in kitabını ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum ama basım tarihine bakarak söyleyebilirim ki Temmuz 2013'ten sonra. Facebook'ta takip ettiğim sayfalardan birinin yöneticisi kitaptan övgüyle bahseden bir paylaşım yapmıştı ve sayfa kesinlikle konuyla alakasız bir sayfaydı. Yani yönetici kitabı alakasız da olsa paylaşma ihtiyacı duyacak kadar çok beğenmişti. Ben de onun önerisini okuduktan sonraki ilk fırsatımda gidip kitabı aldım. Çok beğenerek okuduğumu hatırlıyorum. Kitap, o zamanlar bugünkü popülerliğine kavuşmamıştı daha. Bu yüzden daha önyargısız bir şekilde ve kendi düşüncelerimle okuma imkanı buldum.

Filminin çıkacağını öğrendiğimde bu beni heyecanlandırmıştı. "Acaba hakkını verebilecekler mi?" kaygısına düşmüştüm. Oyuncu kadrosu açıklandığında pek çok tanıdık isimle karşılaştım. Mesela esas oğlanımız Will Traynor rolüyle karşımıza çıkan Sam Claflin.



Kendisini Açlık Oyunları'ndan Finnick Odair ve Karayip Korsanları'ndan Philip Swift olarak tanıyorum. Bu role seçilmesine çok sevindim, Will olmanın ona çok yakıştığını düşünüyorum. Karakterin kitapta nasıl tasvir edildiğini hatırlamıyorum ama bence cuk oturmuş. Oyunculuğunu da gayet beğendim. Kendisini severek izliyoruz.

Sonra sıra geliyor Emilia Clarke'a. Kendisi Game of Thrones'ta Daenerys Tar

Kadrodaki bir diğer tanıdık isim ise Lou'nun ablası Treena'yı canlandıran Jenna Coleman. Kendisini Doctor Who'dan Clara Oswald olarak tanıyorum. Kitabı okurken Treena'yı kafamda nasıl canlandırdığımı hatırlayamıyorum ama bundan farklıydı. Yine de Jenna'yı Treena olarak hiç yadırgamadım, hatta Senden Sonra Ben'i okurken Treena gözümde hep Jenna Coleman suretindeydi. Jenna'nın oyunculuğunu da gayet beğendim ama aslında bu konuda çok fazla kafa yorma imkanım olmadı çünkü filmde çok az göründü. Filmde, kitaba kıyasla çok arka planda kalması beni fazlasıyla rahatsız etti. Kitapta Lou ile tartıştıkları sahneler falan gösterilmedi hiç. Filmde yalnızca hafif kibirli (doğru kelime bu değil ama başka kelime gelmedi aklıma) ama dostane, daima Lou'ya arka çıkan bir ablaydı Treena. Sinir bozucu yanları ve onu o yapan diğer pek çok yanı törpülenmiş, karakter tam olarak yansıtılamamıştı. Bu da karakterin hakkının verilememesine sebep oldu. Ama ben tüm bu cümleleri kitabını okumuş biri olarak kurdum. Eğer kitabı okumadıysanız filmin kendi bütünlüğü içinde hiç sorun yaratmayan bir ayrıntı bu.

Veee vakit darlığından dolayı yazıyı tamamlayamadı. Ama yazıyı paylaşacaktı çünkü sizin de bu durumdan en az kendisi kadar üzgün olmanızı istiyordu. Belki bir gün (belki yarın?) yazıyı tamamlardı. Ya da toplu bir film yazısı yazdığında Senden Önce Ben'e de yer verirdi. Hoşçakalındı.

25 Ağustos 2016 Perşembe

FANGIRL

Aslında sıra Fangirl'e gelene kadar yazmam gereken/yazmak istediğim pek çok şey vardı ama kitabı daha iki gün önce bitirdim ve fazla soğumadan yorumunu servis etmek istiyorum.


 Kitabın kapağı sizce de çok güzel değil mi? Yalnız keşke iç kapağı siyah yapmasalarmış.


Bu kitabın varlığından bir arkadaşımın kitabın Türkçeye çevrileceğini müjdelemesiyle haberdar oldum. Konusunu okuyunca biraz üzülmüştüm çünkü ben de o dönem buna çok benzer bir konuda bir şeyler yazmak üzerine düşünüyordum. Tabii ki böyle bir kitabın olması benzer bir konuda bir şeyler yazılamayacağını göstermez ama hevesim kaçtı ondan sonra işte.

Kitaba dair beklentilerim büyüktü. Bunun temel olarak iki sebebi var:

1- Ana karakterin bir fangirl olması ki bu kitabın içinde sıklıkla fandom göndermeleri olacağı anlamına geliyordu. Ben kendimi bir fangirl olarak görmüyorum ama severek takip ettiğim, hayatımda önemli yere sahip bazı seriler vs. var ve onlara dair şeyler görmekten zevk alıyorum. Bundan dolayı kitabın içine girmek benim için çok kolay olacaktı.

2-Kitabın ana karakterinin bir şeyler yazmakla ilgilenmesi. Bir roman karakterinin yazar olma yolunda kendini geliştirme sürecini takip edebilme fikri bana çok heyecan verici geldi.

Bu iki sebep haricinde beğendiğim bir yazar olan, John Green'in, Rainbow Rowell'in bir diğer kitabı olan "Eleanor ve Park"a dair olumlu tavırları; yabancı bookstagram hesaplarınca kitabın beğenildiğini görmem; son derece tatlı, güzel ve sade olan kapak tasarımı vs. de beni bu kitaba dair umutla doldurdu. Ama üzülerek söylüyorum ki kitabı umduğum kadar beğenmedim.

Konusu şöyle:

Cath bir Simon Snow hayranıdır.
Öyle ya, tüm dünya Simon Snow hayranıdır...
Ancak bu Cath için bir hayat felsefesidir ve o takipçi olma konusunda çok iyidir. İkiz kız kardeşi Wren'le çocukluklarından beri Simon Snow kitaplarını defalarca okumaktan, hayran kurgusu yazmaya kadar, kendilerini seriye adamış, annelerini kaybetmelerini de ancak bu şekilde atlatabilmişlerdir. Büyüdükçe Wren'in hayranlığı azalsa da Cath'in vazgeçmeye niyeti yoktur.

Üniversiteye gidecekleri sırada Wren, onunla aynı odada kalmak istemediğini söyleyince Cath kendi rahat dünyasının tamamen dışında, bir başına kalır. Son derece utangaç olan Cath, kendini yazdığı hayran kurgusuna kaptırmıştır. Hikâyesinde her zaman ne diyeceğini gayet iyi bilmekte ve gerçek hayatta hiç tecrübe etmediği romantizmi öyküsüne yansıtabilmektedir. Wren elinden tutmadan da Cath her şeyin üstesinden gelebilecek midir? Kendi hayatına başlamaya gerçekten hazır mıdır? Ya kendi hikâyelerini yazmaya?..
En önemlisi de Simon Snow sevdasını geride bırakma pahasına yola devam etmeyi istemekte midir?




Bu kitap her ne kadar genç-yetişkin türünde olsa da, dili her ne kadar sade ve anlaşılır olsa da kitabın içine girebilmek için, Cath karakterini anlayabilmek için biraz da olsa onun düşüncelerini düşünmüş, hissettiklerini hissetmiş olmanız gerekir. Kitabı okurken, okuyan herkesin fark edemeyebileceği ama içinde bir yerlerde bir Cath taşıyanların nasıl bir şey olduğunu anlayabilecekleri birkaç ufak ayrıntı yakaladım. Elbette bunların ne olduğu şu an aklımda değil  ama pek çok kişinin bana okurken étam da bu." ya da "Seni anlıyorum, Cather." dedirten bu küçük ayrıntıları rahatlıkla anlayamayabileceğini ve bu yüzden Cath'e antipati duyabileceğini düşündüm. Zaten ben de Cath'i tam olarak anlayabildim diyemem ve kendisine derinden bir sevgi duyuyor da değilim. Benim standartlarıma göre bile rahatsızlık verecek bir yönde asosyal ve çekingendi. "Asosyal" ve "çekingen" kelimeleri doğru kelimeler gibi gelmiyor şimdi ama "tuhaf" kelimesini de olumsuz bir anlamda kullanmak istemem.




Burdan sonraki kısmın biraz spoilerli sayılabileceğini fark ettiğim için şuraya bir uyarı bırakıyorum. Aldırmıyorsanız devam edin, çok da büyük spoilerlar vermedim.

Az önce de dediğim gibi Cath'i tam olarak anlayabildiğimi söyleyemem ama onu kendimde birkaç tık -belki de biraz daha fazla- daha uç bir noktada buldum ve bu yüzden işin içine romantizm girdiğindeki değişimi ve bir süre sonra bu konuda takındığı rahat tavır beni biraz şaşırttı. Bu hissim belki o kısımları okurkenki ruh halimle ilgiliydi ama belki de okurken benimle aynı şeyi aklından geçirenler vardır. Bir de bu sahneleri okumak Cather'in değişiminden bağımsız olarak da benim için rahatsızlık vericiydi. Bu sanırım benimle ve benim romantizm algımla ilgili. Mesela bu kitaptaki gibi ilşkilerin romantik(!) kısımları, ama yalnızca ve yalnızca o kısımları, benim biraz midemi bulandırıyor. Uygunsuz bir şey yoktu, Levi hep çok düşünceli tavır sergiledi ama mıç mıç ilişki sevmiyorum.









Cath'in kardeşi Wren'i ise Cath'i sevdiğimden daha az sevdim. Bana kalırsa bu "güzel kardeş", "cesur kardeş" aslında "sıklıkla kendini zavallı durumuna düşüren kardeş" oldu. Ama sonuçta herkes kendi yolunda gidiyor ve Wren'in yolu da hep kötüye gitmiyor ve onu sevdiğim zamanlar da oldu.




Kitabın taa en başlarında Reagan en sevdiğim karakter olacak sanmıştım ama pek çok nedenden dolayı öyle olmadı. Kitabın başında böyle bir yanılgıya kapılmamın sebeplerinden biri başlarda ona Max Black görünümünde hayal etmemdi çünkü bende balıketli, güzel, sert, güçlü biri izlenimi uyandırmıştı ama "kızılımsı saç" vs denince kafamdaki görüntü değişti.



Levi'yi çok çok sevmiş olmasam da bende sempati uyandırdı. Çünkü sürekli gülümseyen, herkese elinden geldiğince yardım etmeye çalışan, çevresindeki insanları önemseyen, kibar, neşeli biri sizde bu hisleri uyandırır. Ama ben rahat insanlardan çok hoşlanmam ve Levi'nin Cath'ten neden hoşlandığını pek anlayamadım; belki de bu sebeplerden belki de başka sebeplerden dolayı kendisine büyük bir coşkuyla bağlanamadım ama yine de sevilesi bir karakter. 



Ben insanların "kitap okuyanlar" ve "doğru kitapla karşılaşmamış olanlar" şeklinde ayrıldığını düşünüyordum Cath'in düşüncesine biraz benzeyen bir şekilde ama Levi bana "kitap okuyamayanlar" adlı bir türün daha olduğu gösterdi. Levi bu türde tanıdığım tek insan olduğu için ne düşüneceğimi pek bilemiyorum ama başka bir bakış açısı verdi diyebilirim. Ayrıca bu Cath'in ona kitap okuması için bahane verdi ki işte bu da benim romantizm anlayışımı anlatan şey.



Ve şu anda insanları türlere ayırdığım için biraz vicdani rahatsızlık duyuyorum.

Kitabın başında Levi ve Reagan'ın üvey kardeş olduğunu düşünmüştüm. Hatta bayağı emindim, öyle olmadığını duyunca çok şaşırdım. Hatta hayal kırıklığına uğradım.

Bunun dışında değinmek istediğim bir diğer nokta eğer bu kitaptan yalnızca asosyal bir fangirlün kabuğundan çıkıp erkek arkadaş edinmesine dair minnoş bir hikaye bekliyorsanız beklediğinizden daha farklı bir kitapla karşılaşacaksınız. Çünkü bu kitap yalnızca iki kişinin ilişkisi etrafında dönmüyor; dağılan aileyi, yeni deneyimleri, yaratma cesaretini, kendini keşfetmeyi, kurgu dünyasını da içeriyor. Kendi çapında derinlikli bir kitap. 

Goodreads'te "Fangirl"e darir yorumları okurken birinin şöyle bir şey dediğini gördüm: "Bir sene sonra üniversiteye geçecek olan ve Cath'in sene başındaki endişelerinden bir kısmını içinde taşıyan bir genç kız olarak, bu kitap beni rahatlattı dersem abartıyor olmam sanırım."  Nedense kitap bende tam tersi bir etki yarattı. Gelecek sene üniversite öğrencisi olacağımı fark ettim ve bu beni özellikle dersler anlamında biraz korkuttu. Kitapta çok korkutucu bir şey olarak işlenmemişti ama bir cesaretle yaratıcı yazarlık dersi alıp da sonra bununla yüzleşmek zorunda kaldığımı hayal edince böyle şeyler hissettim.


Cath'in Simon Snow hastası olduğundan yazının başlarında bahsetmişimdir. Biraz da Simon Snow'dan bahsetme ihtiyacı duyuyorum çünkü kitabın önemli bir parçası. O kadar önemli bir parçası ki her bölümün başında ya Simon Snow serisinden bir parça ya da Cath'in bu seri üzerine olan hayran kurgusundan bir parça koyulmuş.



Simon Snow çok bariz bir şekilde Harry Potter ilhamlı bir seri. Hatta şu alıntıyı yaparsam siz de rahatlıkla fark edeceksiniz: 

Simon Snow, dilbilimci Gemma T. Leslie tarafından kaleme alınmış yedi kitaplık bir fantastik seridir. Seri Lancashire'lı bir yetim olan ve Watford Sihirbazlık Okulu'na kabul edilen 11 yaşındaki Simon Snow'un hikayesini anlatmaktadır.

Kitapta sevdiğim başka serilere de göndermeler vardı ve bunları görmek beni daima çok mutlu eder.


Simon Snow, kitaba göre dünyanın en popüler, en sevilen serisi gibi bir şey; tıpkı kurgusal olmayan dünyamızda Harry Potter'ın olduğu gibi. İşte hem HP ilhamli bir seri olduğu için hem de bu sebepten dolay kitabın içinde Harry Potter'ın adının geçeceğini hiç düşünmemiştim ama geçti.

"Bilemiyorum" dedi Levi. "Buna alışmak benim için çok zor. Harry Potter'ın eşcinsel olduğunu öğrenmiş gibiyim."

Cath'in kurgusu hakkında ben de aynen böyle düşünmüştüm çünkü Harry Potter ve Simon Snow serileri arasındaki ilişkiden dolayı Simon Snow, Harry Potter; Baz ise Draco Malfoy karakterine denk düşüyor ve ikisi arasında romantik bir ilişki olması düşüncesi bende kendi kusmuğumda boğulma isteği uyandırıyor.


Ama kitap ilerledikçe Harry Potter konusunda olmasa da Simon ve Baz konusundaki hislerim yumuşadı. Ben normalde bariz bir şekilde arkadaş olan iki karakterin yakıştırılmasından rahatsız olurum: Harry ve Hermione; Legolas ve Gimli; Sam ve Frodo; Thorin ve Bilbo gibi. Ama bazı insanlar bunu daha da ileri noktaya götürüp şu tür yakıştırmalar yapıyorlar: Rose Tyler ve Clara Oswald, Dean ve Sam Winchester ve hatta Fred ve George Weasley gibi. 


Çok uç nokta olmadığı sürece kendi rahatsızlığımı içimde yaşıyorum. Saydığım yakıştırmalaradan hala hiçbirini tavsip ediyor değilim ama Fangirl beni bu konuda biraz yumuşattı, bana farklı bir bakış açısı kazandırdı diye düşünüyorum. Hatta geçen gün Sherlock izlerken Holmes ve Watson ilişkisine farklı bir gözle bakabildiğimi fark ettim ama bu konuda bundan daha ileri gitmeyi düşünmüyorum :D

Ayrıca Fangirl bana hayran kurgusu yazarlarını daha iyi anlama fırsatı verdi.

Az önce araştırma yaparken öğrendiğime göre Rainbow, Cath'in kurgu hikayesi "Carry On"un kitabını çıkarmış. Bence bu harika bir şey ve Türkçeye çevrilince okumayı çok istiyorum.


Bu arada kitabın en en çok  sevdiğim sahnesi de Simon Snow'la ilgili. 8. kitabın sonunda çıktığı o sahnede Wrewn ve Cath birbirlerine sarılıp ağladıklarında, işte o an için, yalnızca o an için kitabı o kadar çok sevdim ve kendime yakın hissettim ve alıp kalbime sokmak istedim ki...


Kitaba dair fikrim kısaca şöyle: Beklentilerimin altında kalan bir kitaptı ama beğenmediğimden daha çok beğendim. 








"Kimi zaman yazmak, yokuş aşağı koşmaya benzerdi; klavyedeki parmaklar, koşarken yerçekimine uyum sağlayamayan bacaklar gibi insanın arkasından gelirdi."




Kitabın sonundaki hikaye de fikrimce çok güzeldi.

Buraya eklemek için alıntı ararken Fangirl'e dair bir yazıyla karşılaştım ve yazının kitabı benden daha iyi anladığını düşündüm. Bu kitap hakkında bir başka kalemden bir şeyler duymak isterseniz Obur Kitaplık'ın yazısına bir göz atın derim.

Eğer bu anlamsız derecede uzun yazımı okuduysanız çok teşekkür ederim :) Mutluluk, sevgi, barış ve güzellikler diliyorum...

MAY THE FANDOMS BE WITH YOU !

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Yanlışlıkla Kitap Yorumladığım Yazı

Valar morghulis! Bloguma yeniden yazabildiğim için çok mutluyum.
En son "Yaban"ın ve "Sinekli Bakkal"ın yorumlarını sonra gireceğimi söylemişim ama girmemişim. Bundan sonra da girmeyi düşünmüyorum çünkü bunları okumamın üzerinden bir hayli zaman geçti ve kitapları okurken not alma alışkanlığım olmadığından hafızamın süzgecinden damlamış laf kalabalığıyla boğuşmaya hevesim yok. Yalnızca eğer Türk edebiyatından bir şeyler okumayı düşünürseniz ikisini de tavsiye edebileceğimi söyleyeyim ve "Yaban"dan bir alıntı bırakıp devam edeyim:
Geceleri sabahlara kadar okumayayım da ne yapayım? Ben, el ayak çekildikten sonra odamın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini dört gözle beklerim. Çünkü, bu ömrümün bütün hazin sergüzeştini ve yaşadığım anın ağır sıkıntısını unuttuğum tek saattir. O vakit, bu çıplak ve yalçın oda, gerçek dünyadan daha geniş, daha ferahlı bir alemin munis, sevimli ve her biri sihir ve füsunla yoğrulmuş mahlukları ile dolmağa başlar.
Bu iki kitabın sonrasındaysa sırasıyla şunları okumuşum:
  • Kızıl Dosya
  • Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü
  • Frankenstein
  • Evrenin Sonundaki Restoran
  • Muhteşem Gatsby 

Ne yazık ki bunların da ayrıca bir yorumunu girmeyeceğim :( Yine de kısaca fikrimi belirtmeden geçmek içime sinmedi şimdi: 

Kızıl Dosya:

Okuduğum birden çok Sherlock Holmes hikayesinde bahsi geçtiği için ve Holmes ile Watson'ın tanışma hikayesini anlattığı için beklentim çok yüksekti. Ardında dahice bir planın yattığı, kurnaz, bol koşturmalı, beyin coşturmalı bir şey beklemiştim ama beklediğim gibi çıkmadı. Daha ziyade ardında yatan bir hikayesi olan bir vakaydı. İşin içine Mormonların falan girdiği bir hikaye. Zaten kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Watson'ın ağzından Sherlock'la tanışmalarını, Sherlock'a dair izlenimlerini dinliyoruz ve vaka da meydana gelme sebebi hariç her yönüyle işleniyor. İkinci bölümdeyse suçlunun hikayesini, onu yaptığı şeyleri yapmaya neyin ittiğini öğreniyoruz. Bir arkadaşım bana kitabın "Sherlock" adlı dizinin ilk bölümüyle aynı olup olmadığını sormuştu. Kitaptaki bazı ufak tefek şeyler dizide de yer alsa da iki vaka birbirinden çok farklı. Şimdi aklıma kitaba dair bir sürü şey gelmeye başladı. Ben onları da yazıya eklemeye kalkamadan önce bunu burada bitireyim ve her ne kadar beklediğim gibi olmasa da her Sherlock Holmes hikayesi gibi bunu da beğendiğimi belirtmiş olayım.

Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü: 

Okuduğum en tuhaf kitaplardan biri diyebilirim. Kitap; yediği yiyecekler aracılığıyla onları yapan kişinin hislerini hissedebilen Rose adındaki bir kızın ağzından kendi büyüme hikayesini, ailesini, her şeyin değişimini anlatıyor. Aslında kitapta her şeyin çevresinde döndüğü bir olay falan yok, dediğim gibi, daha çok bir büyüme, değişme hikayesi. Kitabı beğenip beğenmediğimi bilmiyorum. Bir anlamda durağan bir kitaptı; Rose'un çevresindeki, ailesindeki insanları falan dinliyorduk ama bir yandan da bir hayli değişikti. Aslında çevremizdeki her insanın nasıl kendine has bir hikayesi olduğuna falan değinen hoş bir yanı da vardı. Rose'un abisi Joseph'in hikayesi beni en çok etkileyen oldu. Çok tuhaftı ve beni bir şekilde çok üzgün ve boş hissettirdi. Rose karakterini de öyle çok sevemediğimi belirtmiş olayım, özellikle büyüyünce robot tadı vermeye başladı ki kitapta da bunun gibi bir ifade geçiyordu sanırım.

Frankenstein: 

Frankenstein'ın canavarı gotik türün en popüler kahramanlarından biri ve bir şekilde birçok filmde ve dizide kendine yer bulmuş bir karakter. Ben de kaynak hikayeyi merak ettim ve bunun sonucu olarak kitabı aldım ve okudum. Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki bu kitap üzerine yapılabilecek bir uyarlama, kitabın kendisinden çok çok daha iyi olabilme şansına sahip. Konu falan güzel ama kitap kesinlikle, yazarın amaçladığının aksine, tüyler ürpertici bir nitelik taşımıyor. Ayrıca doğa tavsirleri, Frankenstein'in içindeki çekişmeler falan derken canavara yeterince yer verilmemiş gibi geldi. Oysaki canavarlı kısımlar en iyisiydi ve onun ağzından kendi hikayesini dinlerken bu kitabın çok iyi bir kitap olduğunu düşündüm ama onun dışındaki kısımlar biraz sıkıcıydı. Victor Frankenstein karakterine karşı hislerim olumsuz yönde. Tabii ki başına ne gelmiş olursa olsun herkes kendi yaptığından sorumlu olduğu için canavarın davranışlarından dolayı onu suçlayamam ama paralel bir evrende her şeyin canavar için ne kadar farklı olabileceğini görebiliyorum. Yine de yaptıkları affedilmezdi tabii ama Victor, canavardan daha mı az suçsuz? Bilemiyorum ama yarın bir gün karşınıza sevmeye, sevilmeye aç fakat çirkin mi çirkin, korkunç mu korkunç görünümlü bir canavar çıkma ihtimaline karşın "Önemli olan iç güzellik." sözünü aklınızda tutmanızı tavsiye ediyorum ki önyargılarınız trajediye sebep olmasın. Ya bir de ben hep Frankenstein'ı bu insan yaratma çabaları esnasında yanında hep bir yardımcısı olan bir adam olarak biliyordum, hatta bir arkadaşım izlediği filmde de öyle olduğunu vurguladı ama kitapta öyle biri yok.

Evrenin Sonundaki Restoran: 

Eğer bir gün biri çıkıp da Evrenin hangi nedenle ve niçin burada var olduğunu keşfederse, Evrenin birdenbire yok olacağını ve yerini çok daha garip ve anlaşılmaz bir şeyin alacağını öne süren bir kuram vardır.
                                                                 ***
Bir başka kuramsa bunun zaten gerçekleştiğini öne sürer.
 Evrenin Sonundaki Restoran, Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin ikinci kitabı. Ben daha iki kitabını okuduğum bu seriyi çok seviyorum; bilim kurgunun, komedinin ve her türlü saçma sapan şeyin bir araya geldiği ve okuması inanılmaz keyifli bir seri benim için. Zaman zaman tüm bu saçma sapanlığın çok anlamlı bir şeye işaret edişi ama bir yandan da saçmalığını koruyuşu var ki çok güzel. "Uzay muzay olsun, bizim olsun" diyorsanız, bu tür kitapları seviyorsanız mutlaka tavsiye ederim.

Muhteşem Gatsby: 

Öyleyse altın renkli şapkanı tak, bu onu etkileyecekse eğer;
Yükseğe sıçrayabilirsen onun için de sıçra,
Ta ki sana, "Sevgilim, altın şapkalım, yükseklere sıçrayan
aşkım,sen benim olmalısın! " diye haykırana değin.
Kitap şöyle başlıyordu- kabul etmelisiniz ki oldukça iştah açıcı bir başlangıç: 
Daha genç ve kırılgan olduğum yaşlarımda babamın verdiği bir öğüt, o günden beri aklımdan hiç çıkmaz.
"Birisini eleştirmeye kalkıştığında" dedi bana, "şu dünyada her insanın senin bulunduğun ayrıcalıklara sahip olmadığını hiç aklından çıkarma."  
Konuyu direkt Martı Yayınları'nın tanıtım yazısından kopyalıyorum- ki ben Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan alıp okudum:
"Yıllar önce daha iyi bir hayata sahip olmak için sevmediği bir adamla evlenen güzeller güzeli Daisy'yi bir türlü unutamayan Gatsby, kendini âşık olduğu kadını geri kazanmaya adar.Hiç bilmediği, zengin ve gösterişli bir dünyaya tutunmaya çalışan Gatsby, kirli ilişkilerden yakasını bir türlü kurtaramaz ve bu kırık aşk hikâyesi, kahramanlarını tahmin edilmesi güç bir sona doğru götürür…
20. yüzyılın en önemli yazarlarından F. Scott Fitzgerald'ın, I. Dünya Savaşı sonrasında lüksün, şaşaalı partilerin ve sınırsız eğlence anlayışının hâkim olduğu Amerika'da geçen unutulmaz romanı, topluma yöneltilen ciddi bir eleştiridir. Kendi kabuğuna çekilmiş zengin çevreyi arka planda ele alan yazar, gerçekleşemeyen Amerikan Rüyası'nın göz boyayan dünyasını Muhteşem Gatsby'de olağanüstü bir anlatımla ele alıyor."  
Kitabın dili falan gayet güzel ve anlaşılırdı, yalnız ben yer yer ne denmek istediğini anlamakta güçlü çektim ama bunu tamamen kendime bağlıyorum ve kitabın akışında da ciddi sıkıntılar yaratmadığını düşünüyorum.

Bu da arkasında sosyal bir eleştiri olduğunu göz önüne alarak okumamız gereken kitaplardan biri sanırım, "Gurur ve Önyargı" gibi. Her iki kitapta da toplumsal yapı, arkaplanı oluşturan insanlar beni çok rahatsız etti ve bu yüzden bu kitapları umduğum kadar sevemedim. Yani her ne kadar bu kitaplarda eleştiri nesnesi olarak yer alsalar da varlıkları beni rahatsız etti.

Bir de iki tık yukarıdaki paragrafla da ilgili olarak şöyle bir sorun yaşadım: karakterlerden birinin öldüğünü sonradan fark ettim. Umarım bunu spoiler saymazsınız çünkü kim bilir kim öldü^^

Kitabı hakkını vererek okuyamadım ne yazık ki. Hemen hemen hiçbir karaktere karşı sevgi duyamamamın da bunda etkisi vardır. Ama bu güzel bir kitap ve eğer hakkını vererek okursanız okuduğunuza değeceğini ve çok beğeneceğinizi düşünüyorum.


Başrolün Leonardo DiCaprio'ya ait olduğu filmi de izleyeceğim mutlaka^^

Veda ermeden önce bir iki de alıntı bırakayım:
Bir süreliğine bu düşler hayal gücüne bir çıkış noktası sağladı; bunlar, gerçekliğin gerçekdışılığının tatmin edici bir işareti, dünya kayasının bir perinin kanadı üstünde sağlam biçimde kurulduğuna ilişkin bir vaatti.
Düzeltmek için kendi gücünüzü tükettiğiniz şeylere yeni gözlerle bakmak, her durumda hüzün verici oluyor.
Bu yazı aslında yaz tatilimde şimdiye kadar yaptığım şeyleri, bundan sonra yapacağım şeyleri ve bunlara dair kaygılarımı, planlarımı yazarak kafamı rahatlattığım ve işe koyulmak için güç topladığım bir yazı olacaktı. Ardından da daha bugün bitirdiğim "Senden Sonra Ben"in yorumunu girecektim ama işler umduğum gibi gitmedi. Olsundu. Ama bundan sonra bir daha ne zaman yazı girme imkanı bulurum, bilmiyorum çünkü her ne kadar bunları görmezden gelmek kolayıma gelse de bir sürü bir sürü işim, sorumluluğum, mecburiyetim var. İşte böylece veda ediyor ve Instagram'da takip ettiğim bir blog sayesinde keşfedip çok beğendiğim bir parçayı bırakıp usulca uzaklaşıyorum:



6 Mayıs 2016 Cuma

Bir yandan sipariş ettiğimiz pizzanın bir yandan da babamın eve gelişini beklediğim ve başka ne yapabileceğimi bilemediğim bu cuma akşamında içimde bir şeyler yazma hevesini hissedince kendimi bilgisayarın başında buldum. Muhtemelen beklediklerim birazdan gelecek, yemek yiyeceğiz; sonra da kardeşim beni rahat bırakmayacak, bir şeyler izleyeceğiz. Ben, bugün Sherlock izleyebiliriz diye düşündüm. Diziye kardeşimle birlikte 15 Tatil'de başladık ve ilk bölümü bilgisayarımızda bir problem olduğu için zorlu şartlar altında izledik. Bölümü pek beğendik ama diziyi izlemeyi sürdürmedik çünkü ben öyle biliyorum ki dizinin yılda ancak üç bölümü çıkıyor. Eğer Sherlock'a normal dizi muamelesi yapıp bölümleri art arda devirirsek bir süre sonra "Yeni bölüm! Yeni bölüm!" diye kıvranırız ve o yeni bölümün çıkması da bir asır sürer diye düşündüm. Ama bugün içime bir heves geldi, belki ikinci bölümü izleriz bugün.

Pizzalar da geldi. Artık ne zaman bitiririm yazıyı bilinmez. Bahsedeceğim kitaplar da bir hayli birikti. Neyse şimdi yumulma vakti!

Yemeğimi yedim, geldim! Şimdi de bir yandan yazacaklarımı kafamda tasarlarken bir yandan da erik yiyorum çünkü yaşasın erik! Günlük görgüsüzlük kotamı doldurduğuma göre başlayabiliriz:

Mezarlık Kitabı:

Fuar alışverişinden sonra okuduğum ilk kitap oldu. Kitabımızın ana karakteri Nobody Owens daha bir bebekken evlerinde işlenen ve tüm ailenin ölümüne sebep olan cinayetten şans eseri kurtulur. Küçük Bod mezarlık sakinlerinden (kendileri ölü) Bay ve Bayan Owens'ın ebeveynliğinde ve Silas'ın koruması altında yetişir. Mezarlık, Bod'un evi olur ve Bod burada pek çok şey öğrenir ve pek çok macera yaşar. Ama o bir canlıdır ve aslında ölülerin dünyasına ait değildir. Bod, büyüdükçe bunun daha da farkına varır, içinde dünyayı keşfetme arzusu dolar. Fakat dış dünya onun için güvenli değildir çünkü ailesini katleden Jack Denen Adam hala dışarda bir yerlerde onu beklemektedir.Bu kitap da Bod'un sıradışı hayatını, büyüme serüvenini ve kendi kimliğini bulmasını anlatır.

Daha önce de bahsetmiştim, Neil Gaiman tanışmayı dört gözle beklediğim bir yazardı. Beklentilerim çok yüksekti. Bu kitapta beni hayal kırıklığına uğratmamış olsa da tam olarak beklediğim gibi değildi diyebilirim. Yine de kitabı sevdim ve Neil Gaiman okumayı sürdürmeyi düşünüyorum kesinlikle.

Sizi bilmem ama ben ana karakterin çocuk olduğu kitapları okumayı seviyorum. Fantastik kitap okumayı da öyle- bu kitaptaki gibi fantastik evreni gerçeklik evreniyle iç içe yaşayan kitaplar da sevdaya dahil. Mezarlık Kitabı bu iki şeyi de bünyesinde barındırdığı için benim açımdan sevilesi bir kitap. Ayrıca her şey gayet sade bir dille anlatılmış, kitabın içindeki çizimler de cabası! Yazarın hayal gücünü de çok sevdim. E, daha ne olsun? Sizin de zevkiniz benimki gibiyse Mezarlık Kitabı; sizi yormayan, hoş bir okuma olacaktır. Kitabın sonunu özellikle çok beğendim. Kitabı bitirdiğimde aklımda özellikle Silas'ın geçmişine dair sorular vardı, hala da var. Bir de kitabın özellikle bir bölümünde Bod'u zalim buldum. Benim yerime bir karakter bunu Bod'un yüzüne vursa da ucu açık kaldı, o rahatsız etti beni. Bir de Silas'ın kendi geçmişine dair yaptığı karanlık ima, Silas'ın gizemli kişiliği vs beni Silas'ın Bod'un gelecekteki hali olduğuna dair saçma sapan bir teoriye götürdü.

Genel olarak kitabı okuduğum için mutluyum; kitabı beğendim, ilginizi çektiyse size de tavsiye ederim.

Kitaptan hoşuma giden birkaç yeri not aldım. Bunları belki zaman içinde paylaşırım, şimdilik yalnızca birini paylaşıyor ve bir sonraki kitaba geçiyorum:

"Sen canlısın Bod. Bu da sonsuz bir potansiyelin olduğu anlamına geliyor. 
Her şeyi yapabilirsin, herhangi bir şey yaratabilirsin, herhangi bir şeyi düşleyebilirsin. 
Eğer dünyayı değiştirirsen, dünya değişir."

İpekböceği:

J K Rowling'in Robert Galbraith mahlasıyla yazdığı polisiye türündeki Cormoran Strike Serisi'nin ikinci kitabı olan İpekböceği, Mezarlık Kitabı'ndan sonra okumayı tercih ettiğim kitap oldu.

Serinin ilk kitabında manken Lula Landry'nin cinayetinin sırlarını çözen Cormoran'ı bu kitapta artık ünlü bir dedektif olarak görüyoruz. Dedektifimiz bu kitapta bir yazarın korkunç ölümünün ardındaki sır perdesini aralamaya çalışıyor. Bu kitap, özellikle yazar çevresinde geçtiği için ilgimi çeken bir kitap oldu. Polisiye türüne benden daha tutkun olanları tatmin eder mi bilemiyorum ama ben gayet beğendim.

Bu kitapta Cormoran'ın asistanı Robin'in çok fazla ön plana çıkmamış gibi geldi bana, genellikle işi ve nişanlısı ile olan ilişkisinin arasındaki bocalayışıyla varlık gösterdiğini düşünüyorum. Bu beni biraz rahatsız etti. Düşünüyorum da bence Jo harika bir yazar ve onun elinden çıkmış, başrolde bir kadın dedektifin olduğu bir roman okumak harika olurdu. Ama ne yazık ki canım Jo böyle bir şey yapmayı tercih etmemiş. Yine de Robin'i bir sonraki kitapta daha aktif bir şekilde ve sıklıkla göreceğimize inanıyorum.

Bir de özellikle bu kitabın bir kadın yazarın elinden çıktığını düşünerek beni özellikle rahatsız eden bazı bölümler vardı. Belki bir yerlere not almışımdır ama aramaya lüzum görmüyorum.

Jo'nun insanları anlama ve bunu sözcüklerle aktarma gücü çok yüksek. Bunu okurken sizin de fark edeceğinizi düşünüyorum. Polisiye tadını be gizem hissini daha yoğun bir şekilde tadabileceğiniz kitaplar elbette ki vardır ama şunu da söyleyeyim ki bu kitap da beni hemen hemen her açıdan tatmin etti. Katil, beklediğim kişi çıkmadı ve katilin o olmadığını öğrenince aşırı derecede utandım. Bence güzel bir kitaptı, ilgililere tavsiye ediyorum.

11 Doktor 11 Öykü

Daha önce de belirtmiş olduğum gibi Doctor Who'nun hayatımdaki yeri ve önemi çok büyük. Tam da bu sebepten dolayı Doktor'un 11 farklı haline dair 11 farklı yazarın kaleminden 11 farklı hikayeyi okumamam imkansızdı.

İlk üç hikayeyi okurken "Hımm, tatlış. Fena değilmiş." tarzındaki tavrım dördüncü ve beşinci hikayeyle değişti. Bu iki hikayeyi çok sevdim ve ondan sonra okuduğum hikayeler de güzel geldi hep.

Başlamadan önce "Acaba geçtiği sezonları daha izlemediğim Doktorları sonraya mı bıraksam?" diye bir düşünce vardı kafamda ama öyle yapmadım ve kararımdan memnunum. Okuduğum hikayelerde Doktor'un farklı farklı hallerini gözlemleme ve pek çok yol arkadaşını tanıma imkanı buldum. Bu benim için çok keyifli bir serüven oldu. Bununla birlikte ilk kez Doktor'un aslında ne kadar yaşlı olduğunu ve daha Rose'la tanışmadan önce bile geçmişinin ne kadar kayıp dolu olduğunu fark ettim ve bu beni biraz hüzünlü bir ruh haline soktu. Ayrıca hikayeleri okurken her birinin farklı bir yazarın elinden çıktığı belli oluyordu, Doktor'un değişmesiyle birlikte üslubun da değişmesi hoştu.

Kitapta, en sevdiğim yol arkadaşı olan, Rose'un bulunmayışı beni üzdü ama kendisinin 9. Doktor'un hikayesinde bol bol adı geçti. ( Bu arada o hikayeyi sevmekte bayağı zorluk çektim)

10. Doktor'un hikayesi ise, çok çok kaba ve üstünkörü bir ifadeyle, bir kitabın içinde geçtiği için çok hoştu. Ama vermek istediği mesaj konusunda aklım çok karıştı.

Kitapta daha 11. Doktor'un hikayesine gelmeden onunla ilgili iki göndermeye rastlamak beni mutlu etti. Fakat bana kalırsa göndermelerin ilki anlamsızdı çünkü "hızlı koşmak" dendiğinde akla 11. Doktor değil, 10. Doktor gelir. Onun dışında Harry Potter göndermeleri de beni pek mutlu etti.


11. hikaye de Mezarlık Kitabı sayesinde tanışma imkanı bulduğum Neil Gaiman tarafından yazılmıştı. Gayet güzel bir hikaye olsa da kapanışın daha mutlu bir hikayeye ait olmasını isterdim.

Kitabı okurken hiç bitmesin istedim. İstedim ki ne zaman ihtiyaç duysam elimin altında bulunsun, ben okudukça uzasın. Kitabın sayfalarını ne zaman açsam bu deli adam, pırıl pırıl yol arkadaşlarından biriyle, o tükenmez enerjisi ve hevesiyle yeni maceralara yelken açıyor olsun.

Umarım fazla abartmamışımdır ama Whovianların es geçmemesini tavsiye ettiğim bir kitap. Eğer hiç Doctor Who izlememişseniz benim kadar zevk almayabilirsiniz, yine de sizin için keyifli bir okuma olabilir diye düşünüyorum. Ama diziyi izlememiş olanların kitabı okuması beni biraz rahatsız eder sanırım. Bir alıntı bırakıp sonraki kitaba geçiyorum:

"Hep böyle miydin?"
"Nasıl?"
"Zaman makinesi olan deli bir adam."
"Yok yahu zaman makinesini çok zaman sonra aldım."

Silber:

Yahu bu kitabın kapağı ne kadar güzel! Dış kapağını ayrı sevdim, iç kapağını ayrı... "Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer"in kapağı da çok güzeldi böyle. Kapak tasarımı, kitap seçimimde önceliği olan bir ölçüt değil ama şu güzelliğin albenisi de inkar edilemez. Keşke her yayıncılık kapak tasarımına çok özen gösterse, mutlu olurdum ben.

Yazarın daha önce Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer serisini okumuş ve çok beğenmiştim. Şu dönemde genç-yetişkin türünde kitap yazan çok ama hepsi böyle güzel olmuyor.

Ben yazarın dilini çok samimi buluyorum. Kitapları gayet sıcak, sevimli ve keyifli oluyor. ATZİG'de zaman yolculuğu gibi ilginç bir konuyu işleyen yazar, bu kitapta da, gayet ilginç bir konu olduğunu düşündüğüm, rüyaları işliyor. Ayrıca iki seride de tatlış, masum ilk aşklara yer veriyor. 

Ben yazarın öbür serisini daha çok beğenmiştim. Liv'i, Gwendolyn'e kıyasla daha salak buldum. (Cesaret ayrı bir şey, içyüzünü bilmediğin bir olaya balıklama atlamak ayrı bir şey) Ayrıca ATZİG'de geçmişe yolculuk vardı, çok hoşuma gidiyordu. Sonra Gwen ile Leslie arasındaki arkadaşlığı seviyordum, ayrıca Gwen'in hayalet arkadaşları falan vardı. Silber daha bir ergen kitabı gibiydi ama ben okurken çok keyif aldım. Hatta öyle ki okumayı neden sevdiğimi yeniden hatırladım diyebilirim. 

Önceden hep keyif aldığım için kitap okurdum, bana eğitici türde kitaplar vs okumamı önerenlere de hep bunu söylerdim. Sonra zamanla zevk aralığım değişti ve daha farklı içerikli kitaplar da okumaya başladım.  Edebiyatı zevk aracı olarak küçümseyecek değilim ama okumak bana zevk vermeseydi, ne kadar faydalı olursa olsun, onunla bu kadar içli dışlı olmazdım. Her neyse. Bu kitap bana okuma hevesine ilk kapıldığım zamandaki o heyecanı yaşattı.

Kitabı okurken benim rüya kapım nasıl olurdu diye düşündüm. Muhtemelen TARDIS kapısı şeklinde olurdu. Ben de kitaptaki gibi rüyların içinde seyahat etmek isterdim sanırım.

Uzun lafın kısası tatlış, gayet keyifli bir kitaptı. Bir günde bile kolaylıkla bitirebileceğiniz, çerez bir kitap. Eğer bu türde kitapları seviyorsanız, okuyun derim. Ama eğer bu kitabı okumaya  karar verirseniz serinin iki kitabının daha olduğunu unutmamalısınız.


Silber'den sonra okuduğum kitap ilk kitap "Yaban" oldu. Ama onu şimdi paylaşmayacağım, bugünlük bu kadar yeter bence. Şu sıralar "Sinekli Bakkal"ı okuyorum, "Yaban"ı da onunla birlikte girerim artık. Kucak dolusu sevgiler.






20 Mart 2016 Pazar

Kitap Fuarı

Bursa Kitap Fuarı dün kapılarını okurlarına açtı! Bu kapılardan geçip kitaplara kavuşan o okurlardan biri de bendim. Her şey güzeldi, keşke bir de İstanbul'daki patlama haberini duymuş olmasaydık. Bu haberi duyduktan sonra fuara gidip gitmemekte tereddüt ettim açıkçası. Zaten günlerdir Bursa'da patlama olma  ihtimaline dair şeyler söyleniyordu. Arkadaşlarımın çoğu da sırf bu sebeple fuara bu hafta gitmediler/gitmeyecekler. İşte bu beni çok üzüyor. Kendi ülkemde can güvenliğimin olduğundan emin olamadığımdan evden dışarı çıkamamak, ne zaman kalabalık bir ortama girsem korkuya kapılmak gururuma çok dokunuyor. "Korkma!" diye başlıyor İstiklal Marşı'mız. Ben de korkmamak istiyorum- ki zaten çevremdeki insanların tepkilerini görünce kendimi bir parça cesur bile hissediyorum. Ben kimseye benim kendi ülkemde rahatça dolaşmamı engelleme hakkı vermek istemiyorum, bunu reddediyorum. Dün bazı konuşmalarda "Gerekirse halkın can güvenliğini sağlamak için sokağa çıkma yasağı ilan edilsin" dendi. Ben bunu kabul etmiyorum. Sırf bazı insanların sapkın fikirleri ve sapkın eylemleri var diye bir köşede korkarak saklanmayı yediremiyorum. Ama şu da var ki can, üzerinden meydan okunabilecek bir şey değil. Gitti mi geri gelmiyor ve gitti mi geride kalanları üzüyor. Dün sabah evinden sapasağlam çıkan insanların bir daha geri dönemeyeceğini düşünmek o kadar tuhaf ki... Hangi fikir, hangi inanç ya da hangi amaç tek bir masum insanın canına değebilir bir türlü anlamıyorum.
Dün "Sizce bu konuda yapabileceğimiz bir şey var mı?" diye sordu bir arkadaşımız. Bir cevabım yoktu ama illa ki yapabileceğimiz bir şeyler olmalı diye düşünüyorum. Ölenlere rahmet, yaralılara şifa diliyor ve yazımın bundan sonraki kısmını kitap fuarına ayırıyorum.

Fuar günü gelip çattığında ben hala fuara kardeşimle mi gitsem tek başıma mı gitsem karar verememiştim ama eğer onu yanımda götürmeseydim kardeşimin bir daha fuara gitme imkanı olmayabilirdi. İkimizin de biraz hasta olması gibi bir durum da vardı. Bir de patlama haberini duyunca kardeşimin sorumluluğunu alabileceğimden emin olamadım. Ama en sonunda annem bizimle geleceğini söyledi, çıkışta o da sırada işte olan babam bizi alacaktı.

Tek otobüsle gidersek yol çok uzayacağından iki vasıtayla gitmeyi tercih ettik. Bunun için Kent Meydanı'nda inip otobüs değiştirmemiz gerekiyordu. Ben de hazır Kent Meydanı'na gitmişken listemdeki bazı kitapları 9.90 kampanyasından yararlanarak D&R'dan alabilirim diye düşündüm ve bu dört kitabı olarak fuar alışverişinde kendime rahatlık sağladım:



Kardeşim de kendini tutamadı ve hazır gelmişken bu defter ve kalemi aldı:


Çok güzel olsalar da fiyatları değmeyecek kadar pahalıydı.

Alacağımızı aldıktan sonra bir süre fuar otobüsünü bekledik. Ben birkaç senedir fuara Kent Meydanı'ndan kalkan bu otobüslerle gidiyorum ama bu sene böyle bir hizmet verip vermeyeceklerine dair bir bilgim yoktu. Bu yüzden biraz bekledik, gelmeyince 38'e bindik ve fuarın yolunu tuttuk.

Girer girmez ilk olarak Can Yayınları'nı gördüm, hemen yanında da Can Çocuk vardı. Kardeşim ve annem Can Çocuk'a yönelirken ben Can'a yöneldim ve yollarımız böylece ayrıldı. Ben Can'dan bunları aldım:





George Orwell'in "1984"ünü okumuştum daha önce ve bayılmıştım, bu yüzden "Hayvan Çiftliği" de fuardaki öncelikli kitaplarımdan oldu. 
Günümüzde pek çok filmde, kitapta, çizgi dizide karşımıza çıkan; gotik dünyanın vazgeçilmez karakterlerinden biri olan Frankenstein'ın canavarını da özgün metninde tanımak istedim.
"Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü" ise okuma listeme ekleyecek kadar araştırmadığım ama adı ve konusuyla ilgimi çeken bir kitaptı. Fuarı yalnızca listedekileri tamamlamaya çalışarak gezmenin zevki çıkmaz diye düşündüm ve bu kitabı da alma cesaretini gösterdim.

En çok İthaki'den kitap aldım:



"Cesur Yeni Dünya" , "1984"e yakın bir tat almayı beklediğim öncelikli kitaplarımdan biriydi. Yeni kapak tasarım da gayet güzel olmuş.
Doctor Who hayatımda çok önemli bir yere sahip. O yüzden 11 Doktor'a ait hikayelerden oluşan bu kitabı almayı çok istiyordum. Alma imkanımın olduğu zamanlarda ciltli halini almadım. Daha sonra da internetten araştırdığımda hiçbir yerde ciltli halini bulamadım. Fuarda da yalnızca ciltsiz hali vardı, ben de onu almak zorunda kaldım ama hayal kırıklığına uğradım doğrusu.
Neil Gaiman'la tanışmayı heyecanla bekliyordum ama hangi kitapla başlasam bilemiyordum. Renkli Kitap'a sordum, en çok "Mezarlık Kitabı" ve "Yokyer"i sevdiğini söyledi. Ben de biraz araştırma yapınca "Mezarlık Kitabı"nı almakta karar kıldım. Umarım beğenirim.
Sherlock Holmes'un Martı Yayınları'ndan çıkan tüm hikayelerini okumuştum. Pek çok hikayede "Kızıl Dosya" adlı vakanın bahsi geçiyordu ama elimdeki kitapların hiçbirinde böyle bir olay yoktu. Biraz araştırınca bu vakanın kendine ait bir kitabı olduğunu, dahası bununla birlikte üç Sherlock Holmes kitabı daha olduğunu öğrendim ve çok sevindim. Farklı yayıncılıklardan çıkan bu kitapların kapaklarından en çok İthaki'ninkini beğendiğim için bu dörtlemeyi (böyle bir kelime Türkçede varolmayabilir) İthaki'den okumaya karar verdim. Holmes ve Watson'ın tanışmasını anlatan bu kitabı okumak için sabırsızlanıyorum.

Aldığım kitapların tümünü tek bir fotoğrafta toplamak gerekirse...


Hepsi de çok güzel kitaplar ama listemde varolmasına karşın "Defter"i almadığıma pişmanım sanırım çünkü şöyle bir bakıyorum da hiç romantik kitap almamışım. Ayrıca "Yolda" ve "Yabana Doğru"yu da bulamadığım için üzgünüm biraz. Bir Türk yazara ait olan bir kitap da almamışım hiç, bu da çok üzdü. Ve hiç gerilim kitabı da almamışım. Bunlar hep eksikler ama onun dışında benim için güzel bir alışveriş oldu diyebilirim.

Bunlar da kardeşimin kitapları, onları okumak için de sabırsızlanıyorum:


Bunlar da alışverişlerimizin yanında verilen bazı ekler:


(ve kardeşimin Epsilon'da aldığı kalem kutusu)



Sanırım yaşanan olaylardan dolayı fuar hiç kalabalık değildi. O yüzden çok rahat hareket ettim. Fuara gidemeyen insanlar bana hep "Fiyatlar nasıl?" diye sordular ama bilmiyorum, dikkat etmedim.

Bu hafta içinde eğer okul fuara götürürse belki bir daha giderim. Şimdilik bu kadar.  Hepimize sevgi ve barış dolu, huzurlu, güvenli bir gün diliyorum.

2 Şubat 2016 Salı

OTOMATİK PORTAKAL

                                      "Ee, ne olacak şimdi ha?"



Sadık Anlatıcınız Alex, üç kankasıyla birlikte bu ürkütücü distopya ortamında kafalarına estiği gibi
yaşamaktadır. Geceler onlara aittir. İlk önce sütbarına gidip kafalarını güzelleştirirler; sonra gelsin soygunlar, adam yaralamalar, tecavüzler, hayvan katliamları... Tek dertleri ise aynasızlara yakalanmamak.

Kitabı okumaya başladığımda bu atmosferin midemi aşırı bulandırdığını söyleyebilirim. Neredeyse kafamda "iğrenç bir kitap bu" diye bir önyargıyla damgalayacaktım kitabı. Sonra kitabın arkasını bir daha okudum ve Instagram'daki birkaç kısa yoruma göz attım, böylelikle kitabı bir distopya şeklinde alarak ve büyük bir merakla okumaya devam ettim. İyi ki de öyle yapmışım.

Kitap genel olarak "iyi olmak" ve "iyi olma seçeneğine sahip olmak" üzerine kurulmuş diyebilirim. Kitabı okurken kendimi bu konuda ister istemez sorguladım. Alex'in değişimi ve ardındaki gerçekleri kendi davranışlarımla kıyasladım. Başımdan Alex'inki gibi şeyler geçmiş değil ama hayatımda kötü olanı yapmak varken kendimi durdurduğum bazı anları ve bunun ardında yatan o "hastalık hissi"nin tanıdıklığı üzerinde düşündüm.

Ardında yatan soruyu ustalıkla cevapladığını, gerekli mesajı verdiğini düşündüğüm bu kitabın sonlarına doğru gelirken aklımda doğal olarak ikinci bir soru oluştu, ben de onun cevabını aradım. Ama kitabın verdiği cevap beni tatmin etmek çok uzaktı. Ya ben altında yatan mesajı tam anlayamadım ya da yazar bu soruya cevap vermeye çalışmadan karakterin bakış açısını yansıtmayı tercih etmiş yalnızca. Öbür türlü tüm bu pisliği "gençlik" altına süpürebilmek ne mümkün? Çıkarmamız gerek sonuç,"İnsan yasalar dayattığı için değil, ucunda ceza olduğu için değil; iyi olmayı tercih ettiği için iyi olmalıdır. Dayatma bir iyilik, insanı insanlıktan çıkarır. Bu yüzden insan kötü olmayı tercih ederse bu konuda hiçbir şey yapmamalıyız. Gençliktir, büyüyünce geçer." değidir herhalde. Yazarın kara mizahını konuşturmak istemesi de bir ihtimal.

"Evet evet evet, işte buydu. Gençlik bitmeliydi, ah evet. Ama gençlik, hayvanmış gibi olmaktır zaten sadece. Hayır, sadece hayvanmış gibi olmak değil de hani şu sokaklarda satıldığını dikizlediğiniz minik oyuncaklardan biri olmak gibidir, teneke ve içi zemberekli ve üstünde kurma kolu olan ve gırr gırr gırr diye kurunca gitmeye başlayan, yürüyen filan minik heriflerden biri olmak gibidir, ey kardeşlerim. Ama dosdoğru gider ve bir şeylere çarpar ve bam bam ve yaptıklarını elinde olmadan yapar. Genç olmak, bu minik makinelerden biri olmak gibidir.

Oğlum, oğlum. Oğlum olunca, yeterince büyüyünce ona bütün bunları açıklayacaktım. Ama sonra anlamayacağını veya anlamak istemeyeceğini ve yapmış olduğum şeyleri yapacağını, evet hatta belki miyavlayan tekirlerle ve sarmanlarla çevrili zararlı bir moruk sazanı öldüreceğini ve ona cidden engel olamayacağımı anladım. O da kendi oğluna engel olamayacaktı kardeşlerim. Dünyanın sonuna kadar filan da böyle gidecekti, durmadan durmadan durmadan, kocaman dev bir herif filan gibi, belki de dev ellerinde leş kokulu pis bir portakalı döndürüp döndürüp duran bizim Tanrı'nın kendisi gibi (Korova Sütbarı sağ olsun)."

Kitabın kapak tasarımı muhteşem ve adı da oldukça ilgi çekici. Yazar, neden bu adı seçtiğini şöyle anlatıyor:

Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...

Kitapta kullanılan dil de çok özgün. Burgess, anti kahramanı için bu dili, yakın geleceğin argosu "nadsat"ı, oluşturmuş. Tabii bu çevrilirken ne kadar aktarılabilmiştir bilmiyorum ama ben okurken zevk aldım.

"Otomatik Portakal"a dair görüşlerimi toparlamak gerekirse; aramızda sevgi-nefret ilişkisi kurduğumuz bu romanı okumadan geçmeyin, okurken de bazı şeyleri sorgulayın derim. Kitaptaki her şeyi kabul etmedim belki ama karşımda açılan yeni bir pencereyle yeni bir bakış açısı kazandım ki ben bunu zenginlik sayarım. Hayatımı ya da düşünce tarzımı tümden değiştirmemekle birlikte aklıma bir tohum ekti. Sulayıp büyütmek benim elimde. 

Tüm bunları söyledikten sonra birkaç alıntıyı ve filminin fragmanını bırakıp kaçıyorum:

"Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıkları yok,öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? Madem kimileri iyi insan olmayı seçiyor. madem bundan haz alıyorlar, onlara hayatta karışmam, kimse  de bana karışmasın. Ama bana karışıyorlardı. Üstelik Kötülük bireye özgüdür, sizlere, bana ve tek tabancalığımıza özgüdür ve bizleri yaratan bizim Tanrı'dır, hem de gururla ve keyifle yaratmıştır. Ama birey olmayan şeyler kötülüğe katlanamazlar, yani devlet ve yargıçlar ve okullar kötülüğe izin vermezler çünkü bireylere izin veremezler. Hem modern tarihimiz, bu büyük makinelerle savaşan cesur, küçük bireylerin öyküsü değil midir kardeşlerim?"

"İyilik içten gelir 6655321. İyilik seçilen bir şeydir. İnsan seçemediğinde insanlıktan çıkar."

"Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?"



Filmi de şahaneye benziyor, izlemek için sabırsızlanıyorum^^

"Ama sizler, ey kardeşlerim, eskidenki küçük Alex'inizi arada sırada hatırlayın. Amin. Ve bok püsür.




16 Ocak 2016 Cumartesi

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları

 Eskiden sıradan hayatımdan kaçmanın hayalini kurardım ama hayatım asla sıradan olmamıştı. Sadece ne kadar sıradışı olduğunu fark etmekte başarısız olmuştum.

Son derece sıradan -ve zengin- bir hayat yaşayan Jacob'ın küçüklüğünden beri en büyük zevki büyükbabasının kendi geçmişine dair anlattığı hikayeleri dinlemektir. Bu hikayeler kendi ailesinin yanından ayrılıp kaçmasına neden olan canavarlara ve Bayan Peregrine'nin yetimhanesinde güven içinde yaşayan bazı tuhaf çocuklara dairdir. Jacob, çocukluğunda bu hikayeleri yalnızca dinlemekle kalmaz, bunlara inanır ve bir yandan da bir gün büyükbabası kadar maceraperest biri olmayı hayal eder. Ama yaşı ilerledikçe bunların gerçek olamayacağının farkına varır. Büyükbabasına olan sevgisi hiç azalmasa da ailesinin de etkisiyle kendini kandırılmış hisseder, gerçekçiliğin kör dünyasına "merhaba" der. Sonra başına korkunç bir olay gelir ve hayatı bu noktada "öncesi" ve "sonrası" olarak ayrılır. Jacob, büyükbabasının bıraktığı izleri takip ederek büyükbabasının çocukluğunu geçirdiği yetimhaneyi, Bayan Peregrine'ni ya da bu olanlara ışık tutabilecek herhangi birini bulmaya karar verir ve bunun arayışına çıkar. Konusu aşağı yukarı böyle.

Bu kitap Türkiye'de ilk olarak 2013 yılında Sayfa6 Yayınları tarafından basıldı ama ben de pek çok kişi gibi bu kitabı İthaki'yle tanıdım. Karanlık atmosferli, değişik bir kitap olduğu için ilgimi çekmişti.Tim Burton tarafından filminin çıkarılacağını da öğrencince "bu kitabı okumalıyım" diye düşündüm. Hakkında John Green ve Rick Riordian'ın yorum yaptığını da görünce iyice iştahım kabardı. Tüm bunları öğrendikten sonra yılbaşı hediyesi olarak bir sınıf arkadaşımdan bu kitabı aldığını söylersem ne kadar sevinmiş olabileceğimi tahmin edersiniz.

Kitabın tasarımı şa ha ne! Belki daha sonra her aşık olunası özelliğini ayrı ayrı fotoğraflayıp bu yazıya eklerim- ama "belki"! Bir kere, kalın kapaklı. Kapağının koyu renkli olması çok asil duruyor. Kapakta kullanılan fotoğraf da güzel ama neden özellikle o fotoğraf seçilmiş, bilmiyorum. Kitapta daha önemli rollere sahip karakterlerden biri tercih edilebilirdi diye düşünüyorum. Herhalde daha çarpıcı olsun diye bu kullanılmış. Bunu bir kenara bırakıp övgülere devam edecek olursak: kitabın sırtı da hoş. Hele iç kapağı... Kahverenginin iki farklı tonuda desenler var. Bana kalırsa çok güzel görünüyor. Her bölüm içinde bunun daha sert tonlarında olanından birer sayfa ayrılmış. Vee tabii ki en önemli nokta: fotoğraflar!

Fotoğrafları çok beğendim. Yazarın uğraşıp da koleksiyonculardan bu fotoğrafları toplaması ve üzerine böyle bir hikaye kurgulaması çok hoş. (Yani en azından ben fotoğraf üzerine hikaye kurguladı diye biliyorum, yanlış biliyor da olabilirim.) Biraz düşünce bu fotoğraflar olmasaydı kurgu biraz sönük kalırdı. Ama buna rağmen bazı fotoğraflı keşke hiç koymasaydılar diye düşündüğüm de oldu. Mesela ana karakterlerden biri olan Emma'nın birden çok fotoğrafı var ve her fotoğrafında farklı gözüküyor. Ayrıca Emma'yı kaç yaşında bir kızın görüntüsü olarak hayal edeceğimi de şaşırdım bu yüzden. Bunların dışındaki fotoğrafların çoğu hoşuma gitti.

Kitap tüm bu özellikleriyle göze öyle hoş geliyordu ki o gün kitabım sürüyle insan tarafından ellendi, ince ince tetkik edildi, övgülerle iade edildi.

Kitap, bana hediye eden arkadaşımın da ilgisini çekti; o yüzden kendine de bir tane aldı. Hatta benden daha önce okuyup bitirdi. Fikrini soranlara büyük övgülerle bahsetmedi, o kadar da beğenmemişti. Ben de beklentilerimi yüksek tutmamam gerektiğini düşündüm.

Okumaya dünden önceki gün başladım, bugün bitti. Anlayacağınız çabuk okunan bir kitap- özellikle yapacak başka işiniz olmadan okulda yedi saatinizi geçirmek zorundaysanız. Başlarda hafif gerilimli, karanlık bir kitap okuyacağımı düşünmüştüm. Hatta aklım Tim Burton'ın filmini çekecek olmasına takıldığından bir süre korku ve gizem unsuruyla sarılı bir öykü okuyacağım ve sonra işler patlama noktasına geldiğinde gerçekten patlayacak; çılgın, şenlikli, tuhaf bir ortamda zirvelere çıkacak; sonu belki biraz hüzünlü ama güzel bir şekilde bağlanacak diye kurmuştum kafamda ama olmadı. Baştan beri gerilim beklediğimden daha düşüktü. Aslında bana gerilimli gelebilecek yerlerde de kitap beni içine tam alamadığından heyecanını yüzeysel yaşayıp geçtim. Bunun suçunu da biraz ana karakterde buluyorum. Başından geçenlere tepkisi yeterince gerçekçi değilmiş gibi geldi bana. Neyse, beklediğim kadar gerilimli olmasa da kitap güzel başladı, güzel gidiyordu ama belli bir noktadan sonra fantastik romana bağlayınca biraz canım sıkıldı. Tüm bu fotoğrafları falan göz önüne alarak biraz daha gerçekçi bir şeyler beklemiştim. Buna rağmen pek çok açıdan son derece özgün bir romandı.

 Kitabın sonlara doğru o en heyecanlı olması gereken kısımlardan istediğim zevki alamadım. Söz konusu olan özel yeteneklere sahip çocuklarla dolu bir yetimhane olduğundan olayların daha farklı bir şekilde ilerlemesini beklerdim. Seri üç kitaplık olduğu için yazar bu oyunu son kitabında oynamak istemiş olabilir diye düşünüyorum, öbür türlü tüm kartlarını ilk kitapta kullanmış olurdu ve son kitapta harikalar yaratması gerekirdi. ayrıca yazarın ilk kitabı, o yüzden "fena değil" diyorum. Onun dışındaki kısımlar yeterince güzeldi. Özgün bir konu, sade bir dille işleniş...

"Okuyalım mı, okumayalım mı? Biraz net ol." diyecek olursanız, "Ne istediğinize bağlı." derim. Eğer birbirinin kopyası bazı fantastik romanlardan sıkılmışsanız; biraz tuhaf, biraz tanıdık, yormayan; düzeysiz ilişkilere yer vermeyen(bazı şeyleri kendi takdirinize bırakıyorum), bir parça da çocuksu bir kitap okumak istiyorsanız bu kitabı alıp okuyunuz!

Öyleyse sizi en sevdiğim tuhaf olan Millard ile tanıştırayım, bir alıntı bırakayım ve kaçayım:

                                        Hadi tuhaflığının kaynağını tahmin edin :)

Yıldızlar da zaman yolcusuydu. Şu kadim ışık kaynaklarından kaçı ölü güneşlerin son yansımalarıydı? Kaç tanesinin ışığı henüz dünyaya ulaşmamıştı? Bu gece bizimki dışında tüm güneşler yok olsa koca evrende yalnız kaldığımızı anlamamız kaç ömür sürerdi? 



Yazının sonuna da bir minik spoilerlı bölüm koyayım dedim. Kitabı okumayanlar buradan uzak dursun lütfen!


  • Jacob'ın büyükbabasının eski sevgilisiyle sevgili olması sizce de itici bir durum değil mi ? 
  • Bir de o hortlağın kim olduğu bu kadar bariz olmasaydı keşke. Resmen kitap boyunca "Nerde kötü adam rolünde göreceğiz bu adamı?" diye bekledim.
  • "Hipsterlar için yazılmış bir Harry Potter romanı" yorumu tabii ki reklam yapabilmek için konulmuş. Bir gün şu seriyi ticari amaçlarına malzeme etmedikleri bir gün gelecek, inanıyorum.
  • Kitabın içinde "Türkiye"yi görünce minik çıldırmalar da sevdaya dair mi?
  • Peki "Doctor Who" yazdığını görünce?