21 Temmuz 2017 Cuma

Çocukluğun Sonu


"Teleskoplar uzayı gözleyedursun, belki de şu an birileri Dünya'ya mikroskopla bakmakta."


Sanırım yazarın dilinden ötürü, kitabı okumak başından beri kolay ve keyifliydi. Buna rağmen benim kitabı bitirmem 6-7 günümü aldı. Bu da tamamen benden kaynaklı bir durum, aynı anda pek çok şeyle uğraşmaktaydım. Baktım ki başlayalı günler oldu ama kitap daha bitmedi ben de dün gece -saat 24.00'ü geçince dün olmuyor gerçi- 02.00'ye kadar oturup bitirdim. Biraz da gecenin verdiği duygusallıkla olacak kitabın son kısmı beni çok üzdü, etkiledi. Son kısmı okuyana kadar kafama notlar almıştım şunlardan şunlardan bahsederim diye ama o kısmı okuyunca normal bir kitap gibi yorumlamak tuhaf olacakmış gibi geldi. Yine de yapacağız artık bir şeyler.


Kitabın başında ABD ve SSCB bir uzay yarışı içinde, uzaya ilk önce kimin varacağı tartışılmakta. Hani derler ya "İnsanlar plan yapar ve Tanrı onlara güler." diye, işte insanlar da uzaya açılma planları yapıyorken uzay -uzaylılar- onların ayağına geliyor. Dünyalıların "Hükümdarlar" adını verdiği bir uzaylı ırkı gemileriyle Dünya'nın önemli başkentlerinin üzerine konumlanıyor, onları gözlemliyor, bu "çocuk"ların yetişmesinde onlara rehberlik ediyor. Üç kısımlık kitabın ilk kısmı bunun hakkında. Bu kısmı okurken kendimi "Bu durumda ben ne yapardım?" diye sorguladım. Bir de Doctor Who'nun son sezonundaki bir bölüme benzettim birazcık ki çok da benzemiyor aslında.


Kitabın ikinci kısmının adı "Altın Çağ" ve adından da anlaşılacağı üzere insanlığın altın çağından bahsediyor. Ülkelerin adlarının yalnızca posta gönderimlerinde karışıklık olmamasına yaradığı, herkesin dünya vatandaşı olduğu, savaş ve çatışmaların sona erdiği, kaba kuvvet gerektiren bütün işlerin robotlar tarafından yapıldığı bir ütopya tablosu çiziliyor gözlerimizin önüne. Bu bölümde Arthur Bey'in gelecek öngörüleri dikkate değer. Çatışmaların sona erişiyle sanatın malzeme kaybetmesi, insanlığın ilerleyişiyle dinlere ihtiyaç kalmayışı, Hükümdarların kendi teknolojilerinden kat kat üstün teknolojileri çoktan elde ettiklerinin bilinciyle artık bazı gelişmelerin denenmesinin bile insanlarca gereksiz sayılması... Hepsi de mantık çerçevesinde ve olası tahminler. Ancak düşününce bazı şeyler daha farklı da gelişebilirmiş gibime geliyor. Mesela dinlerin yok olmasını ele alalım. Bana öyle geliyor ki bu şartlar altında bütün eski dinler destekçilerini kaybetse bile ortaya yenileri çıkardı. Çünkü evrenin ne kadar büyük ve kendilerinin ne kadar küçük olduğunu anlayan insanlar, ne kadar gelişseler de Hükümdarların teknoloji ve bilgeliklerine erişemeyen insanlar, olasılıkların kendi bilgi ve deneyimlerinden ne kadar üst olduğunu fark eden insanlar, kendilerinin daha çocuk seviyesinde bile sayılamayacağı sonsuz gelişim olanakları içinde kaybolmamak için kendilerine mutlak bir dayanak noktası bulmaya ihtiyaç duyabilirlerdi. Diğer tespitler için de başka olasılıklar mümkün ve hepsi de değerlendirmeye değer. Ayrıca ikinci kısım aynı zamanda hikayenin yavaş yavaş şekil almaya başladığı kısım.


"Bir ömürlük zaman diliminde insanlık, bir ırkın görüp görebileceği her türlü mutluluğu elde etmişti. Altın Çağ'ını yaşamıştı. Ancak altın aynı zamanda günbatımının, sonbaharın rengiydi ve kış fırtınalarının ilk esintilerini yalnızca Karellen'in kulakları işitiyordu."


Üçüncü kısmın adı "Son Nesil". Bu kısmı nasıl yorumlayacağımı ya da kısımdan nasıl bahsedeceğimi bilemiyorum, beklediğimden çok daha farklı bir yön aldı burada kitap. Tanıtım yazısında bile "Hiçbir ütopya toplumun bütün bireylerine sonsuza dek tatmin sağlayamaz." alıntısına yer verdiği için ben bir süre sonra insanların ütopyadan sıkılıp kendi doğalarının da bir sonucu olarak ilkel yaşam dönemindeki gibi bir vahşete geri döneceklerini, kitabın da bize "İnsanın doğası kusursuz bir ütopyaya müsaade etmez. Özellikle de bu dışardan gelen bir etken tarafından sağlanmaya çalışılırsa insanlık, gerekli bedeli ödemeden, vaktinden hızlı gelişirse elde edilen başarıların kalıcılığı sağlanamaz. Ancak biz ne olursa olsun en iyisini ummaya cesaret etmeye ve toplumu ilerletmek için elimizden geleni yapmaya mecburuz." mesajını vererek sona ereceğini varsaymıştım. Bu belki bir yardımcı fikir olabilir ama benim anladığım kadarıyla kitabın asıl iletisi değildi olaylar çok daha farklı gelişti. Ne yönde geliştiğini, ne olduğunu anlamak içinse kitabı okumanız gerekiyor.


Kitap benim en başta beklediğim gibi olsaydı da çok beğenirdim ama var olduğu haliyle çok özel bir yere sahip. Benim için gerçekten çok ufuk açıcı ve düşündürücü bir okuma oldu bu. Daha en baştan klasikleşmiş istila, faydalanma ya da yuva arama gerekçelerinden başka ve gizemli bir sebeple uzaylı bir ırkı Dünya semalarında ağırlayarak özgünlüğünün ilk sinyallerini verdi. Zaman algısını başıma yıktı, bilim kurgunun imkanlarını mümkün olan pek çok farklı şekilde kullandı. Doctor Who izleye izleye uzay seyahatinin ne anlama geldiğini bildiğini sanan bana aslında hiçbir şey bilmediğimi hatırlattı. Evrenin büyüklüğü ve bizim küçüklüğümüz, bu sonsuz evrende yalnız olmadığımız ama aslında ne kadar yalnız olduğumuz, gelecekte keşfedilebilecek bilinçli uzaylı ırklarıyla aramızdaki muhtemel ve muhteşem uçurumlar hakkında düşündürttü ve bana "Galiba insan uzaya hazır değil." dedirtti.


Anlatımını hakim bakış açısıyla oluşturan kitap tek bir ana karakter üzerinden ilerlemiyor. Okuduğum yorumların birini yazan kişi bunu kitabı sevme sebeplerinden biri olarak göstermiş ama bence bazı açıklardan dezavantajlı bir seçim olmuş. Çünkü eğer yolculuğumuza başından beri ortaklık eden ana karakterler olursa onlara alışır onlarla duygudaşlık kurarız ve böylece kitabın içine çok daha kolay gireriz, kitaptan daha çok etkileniriz. Ayrıca kitapta daha derli toplu bir düzen olur, böylesi biraz savruk olmuş. Yine de yazar bunun avantajlarından faydalanmış. Mesela ben "Ee, böyle bir karakter vardı; o olayı nasıl etkiledi şimdi?" diye düşünürken aniden o karakteri tekrardan göreceğimizi ve bunun ne kadar vurucu olacağını fark ettim.

"Çocukluğun Sonu"nu bitirdiğimde "İyi ki okumuşum!" dedim ve Arthur C. Clarke'ın neden en büyük üç bilim kurgu yazarından biri sayıldığını anladım. Herkesin beğeneceği bir kitap olduğunu düşünmesem de herkese farklı bir bakış açısı kazandıracağını düşündüğümden sizlere de tavsiye ediyorum.
 
Son olarak da İthaki'nin bu sade kapak tasarımını çok beğendiğimi belirtmek istiyorum. Zaten son zamanlarda çok güzel kapaklar çıkarıyorlar.

He bir de "Chilhood's End" adıyla mini dizisi çıkmış ama benim karşılaştığım bir iki yorumdan hiçbiri olumlu değildi.


"Ama içten içe biliyorlardı ki bilim bir şeyin mümkün olduğunu duyuruyorsa günün birinde elbet gerçekleşecekti..."

Beş Küçük Domuz




                                               "Bu küçük domuz pazara gitti,
                                                Bu küçük domuz evde kaldı,
                                                Bu küçük domuz pirzola yedi,
                                                Bu küçük domuz evde oturdu,
                                               Bu küçük domuz 'vii vii vii,'diye ağladı."


Çapkın ve ünlü bir ressam olan Amyas Crale, zehirle işlenen bir cinayete kurban gider. Karısı Caroline Crale bu cinayetin suçlusu ilan edilir, kimsenin de bu konuda en ufak bir şüphesi yoktur. Fakat bu olaydan on altı yıl sonra, cinayet işlendiğinde beş buçuk yaşında olan kızları, Carla Lemarchant meşhur dedektifimiz Hercule Poriot'a gelerek olayın yeniden araştırılmasını ister. Evlilik arifesindeki genç kıza bunu yaptıran şey ise annesinin kendisine yıllar sonra teslim edilmesini vasiyet ettiği ve kızına masum olduğunu yazdığı bir mektuptur.


Hercule Poriot davayı kabul ettikten sonra sırasıyla Caroline Crale'i savunan avukatla, genç savcı yardımcısıyla, Crale ailesini yıllardan beri tanıyan yaşlı bir avukatla, dava sırasında mahkemede olan bir katiple, soruşturmayı idare eden polis müfettişiyle ve cinayet esnasında yakında bulunan beş şüpheliyle görüşüyor. Daha sonra da beş şüpheliden olayı tek tek yazılı olarak anlatmasını istiyor. Olay yıllar önce meydana geldiği için heyecanlı bir olay örgüsüyle ya da bol aksiyonla karşılaşmıyoruz. Buraları okurken, kitabın bu kadar durgun olması kaçınılmazsa da, şöyle düşünüyordum: Yazarın en iyi kitaplarından olmasa da bir Agatha Christie romanı olmanın ağırlığını taşıyor. Fakat son bölümlere geldiğimde bütün sözlerimi yuttum. Dedektifin bütün şüphelileri açıklama yapmak üzere bir araya topladığı ve açıklama yaptığı sahneyi büyük bir heyecan içinde okudum. Günlerdir elimde sürüklediğim kitabın sonunu bir solukta ve gece geç saatlerde getirdim. Katilin kim olduğunu yine tahmin edememiştim! Oysaki bu sefer çok emindim ve katil düşündüğüm kişi çıkacak diye manyakça bir sevinç içindeydim. Fakat öyle olmadı! Tam bir ters köşeydi, şoktan şoka uğradım.


Kısacası ortalamanın üstünde bir kitap sonlara doğru şahlanarak bana Agatha Christie'den asla daha azını beklememem konusunda iyi bir ders verdi. Polisiye okumak ilginizi çekerse sizlere de tavsiye ederim. Muhtemel bazı ön yargılarınızı tahmin ederek Agatha'nın romanlarında vahşetin pek yer almadığını, hatta cinayet aracının sıklıkla zehir olduğunu belirtmek isterim.


Şuna da değinmeden geçemeyeceğim: Kitap boyunca yazım yanlışları beni canımdan bezdirdi! Hayır yani, parası neyse verin; ben düzelteyim.


Sevgiyle kalın :)


"Size insanın gerçeği ancak kafasındaki gözlerle görebileceğini anlatmaya çalışıyordum."

7 Temmuz 2017 Cuma

Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler


LYS’lerim sona erdikten sonra büyük bir açlıkla sarıldığım ilk kitap Centilmen Piç serisinin ikinci kitabı olan Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler oldu. Bayılarak okuduğum bu kitapta ilerlemekte nedense çok zorlandım ve 696 sayfalık kitabı 14 günde bitirdim. Serinin ilk kitabı olan "Locke Lamora’nın Yalanları"nı bitirmem ise 25 gün sürmüş. İlk kitabın içine girmekte biraz zorlandığımı hissetmiştim ama alışınca onu da çok sevmiştim bunun gibi.
 

“‘Zor’ ile ‘imkansız’ genellikle birbirleriyle karıştırılan iki kuzendir ve aralarında çok az benzerlik bulunur.”


Bu kitabımızda profesyonel hırsızlarımız Locke ve Jean yollarını Tal Verrar’a düşürüyorlar ve iki yıl boyunca oradaki en korunaklı, zenginlerin uğrak mekanı olan Günahane adlı kumarhaneye bir vurgun yapmak için hazırlanıyorlar. Fakat onlar “hırsızları refaha kavuşturmak ve zenginlere hatırlatmak” için giriştikleri bu soygunu planlarken kendilerini bir başkasının planının başkahramanları olarak buluyorlar. Bütün bunlar yetmezmiş gibi alacak intikamı olan düşmanlar, gizemli suikastçılar da hayatlarından eksik olmuyor.
 
Ben serinin ilk kitabını okuyalı neredeyse bir yıl olmuş. Bu yüzden ikinci kitabın birinciye sıkı sıkıya bağlı olmaması benim için çok iyi oldu. Ana karakterler ve diğer kitaba yapılan göndermeler hariç süregelen bir hikayenin bir kesidi olmadı da yeni bir maceranın kapılarını açtı bize. Olayların geçtiği mekanlar da ilk kitaptakinden farklıydı. Mekanların tasvirlerini okurken her zamanki gibi yoruldum ve sinirlendim çünkü sözcüklerle tarif edilen bir mekanı katiyen canlandıramıyorum kafamda. Ama bu kitapta olaylar kurgusal mekanlarda geçtiği için mekansal tasvirler zorunluydu ve altından başarıyla kalkılmıştı. Mekansal farklılıkta dikkati en çok çeken nokta ise olayların büyük bir kısmının deniz üzerinde geçmesi. Locke ve Jean kendilerini dahil olmak istemedikleri bir planın ortasında bulduklarında görev icabı denize açılıyorlar. Bugüne kadar aldıkları bütün eğitimler ve sahip oldukları tüm deneyimler karadaki yaşam üzerine olan iki hırsızımız bu sefer hakkında hiç fikir sahibi olmadıkları deniz üzerinde başka bir yaşam tarzını öğrenme, yeni dostluklar edinme ve yeni maceralara yelken açma imkanı elde ediyorlar.


"Kaybetmemize ramak kaldı demek, nihayet kazandık demenin bir başka yolu hepsi bu."
 
Denizcilik konusunda ben de Locke ve Jean’in kitabın başında oldukları kadar cahilim, bu yüzden bütün o denizcilik terimleri benim için afili sözler olmanın ötesine geçemedi. Bir de okurken hep “Vay bee, yazar olmak için amma şey öğrenmek gerekiyor” diye düşünüyordum. Son sözü okuduğumdaysa Scott Lynch’in de zaman zaman neden bahsettiğinden haberi olmadığını öğrenip tebessüm ettim.
 
Geçen kitapta fark ettiğim bir özellik romantizmin neredeyse hiç olmamasıydı. İnsani ilişkilerde daha çok ön plana çıkan “arkadaşlık” olmuştu. Peki bu bir eksiklik miydi? Hayır. Bu kitaptaysa işin içine romantizm de giriyor. Zaman zaman bunun iki centilmen piçi birbirinden uzaklaştırdığını düşünsem de iyi ve belki de gerekli bir değişiklikti. İlk kitapta Locke’un aşkı olarak tanıdığımız Sabetha’yı ise bu kitapta da göremedik. Nasıl biri olduğunu gerçekten merak ediyorum, umarım sonraki kitapta tanışabiliriz.

“Dünyayı meridyenden meridyene keyfimce ellerimde tuttum. İmparatorlardan ikrar, büyücülerden hikmet, generallerden figan dinledim.”


“Yani bir kütüphanen mi vardı?”

Aksiyonu, yazım dili, yaratıcılığı, dostluk ilişkileri, doluluğu, kurnazlığı ve daha pek çok yönüyle beğenimi kazanan serinin belki de en çok sevdiğim yanı ne zaman yapılan bir işten bahsedilse hep “erkekler ve kadınlar” ifadesinin geçmesiydi. Söz konusu olan bir ordu mu? Mutlaka erkekler ve kadınlardan oluşuyordur. Mürettebat? Kadınlar ve erkekler. Kitap boyunca bir kez bile kadını aşağılayan bir söz kullanan bir karakter olduğunu hatırlamıyorum. İki kitapta da kadın ve erkek toplumu oluşturan iki ana unsur olarak eşit şartlarda yaşamlarını sürdürdüler. Bunu görmek beni çok mutlu etti ve çok hoşuma gitti. Yazarı bunun için tebrik etmek istiyorum. Ayrıca bu kitapta diğer kitapta pek karşılaşmadığımız güçlü yan kadın karakterler vardı. Mesela kadın hem bir korsan gemisinin güçlü kadın kaptanı hem de gemi şartlarında yetiştirdiği iki minik çocuğun annesi. Bu da bu kitabın diğerine göre bir artısı.






Sonlarına doğru bütün olayların birbirine düğümlenip aklımızı zorlayarak sonra da çözüldüğü bu kitabı ben çok severek okudum. Hatta çıkması planlanan yedi kitaptan yalnızca ikisini okusam da en sevdiğim serilerden biri ilan ettim. George R.R. Martin’in “Canlı, orijinal ve çekici. Muhteşem bir şekilde yazılmış.” diye methettiği Centilmen Piç kitaplarını bu türü sevenlere mutlaka tavsiye ederim.


"'Soğuk duvarlar değildir bir hapishaneyi hapishane yapan,' diye okudu ezberden Jean gülümseyerek, 'bir esiri esir yapanın demir zincirler olmadığı gibi.'"



4 Temmuz 2017 Salı


Bloga dönüş, yaşasın!

 

Ben de herkes gibi ve her zamanki gibi yaz tatiline türlü planlarla girdim. Bunlardan birincisi bol bol kitap okumaktı ama şimdiye kadar okuduğum tek kitap “Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler” oldu. Şimdiye Agahta Christie’nin “Beş Küçük Domuz”unu okuyorum.

 

Planlarımdan ikincisi bol bol film izlemekti. Bilgisayarımız kafasına göre kendini kapattığı için şimdiye kadar hiç film izleyemedim ne yazık ki. Aynı sorundan ötürü başlamak istediğim pek çok diziye de başlayamadım. Telefondan izleyebileceğimi biliyorum ama pek sevmiyorum öyle. Şimdiye kadar telefondan izleyebildiklerimle “How I Met Your Mother”ı bitirdim bir tek. Bir de “The Big Bang Theory”nin izlemediğim bölümlerini tamamlıyorum, eskisi kadar keyif vermiyor. He bir de “Doctor Who”yu takip ettim sezon finaline kadar. Ah, o nasıl bölümdü öyle!  

 

Bir diğer planım da bol bol gezmekti ama bu sıcakta nerde! LYS 1’den çıktıktan sonra “Karayip Korsanları”nın yeni filmine gittim, bir de sınıfça iftara gittik; onun dışında mecbur olmadıkça çıkmadım dışarıya. Neyse ki bugün hava serinledi. Gece yağmur yağınca nasıl da mutlu oldum! Umarım çok sıcak olmaz tekardan, çok sıcakları hiç ama hiç sevmiyorum ben.

 

Temel planlarımdan sonuncusu da gerçekleştirdiğim bu planlara dair yazılar yazmaktı. Onu da çeşitli sebeplerden ötürü henüz gerçekleştiremedim ama bu sefer bloga daha ciddi bir dönüş gerçekleştirmek istiyorum. Artık, şimdilik, büyük bir sorumluluğum kalmadığından bu işi ilerletme niyetindeyim. Her zamanki kitap yorumlarının yanı sıra yapmak istediğim başka birçok şey de var. Mesela en kısa zamanda diziler hakkında bir yazı serisi hazırlamak istiyorum. Biri bitirdiğim ya da izlemeye devam ettiğim diziler, diğeri yarım bıraktığım diziler, diğeri ise başlamayı düşündüğüm diziler hakkında olacak. Onun dışında düşünce yazıları yazmayı, listeler hazırlamayı falan da düşünüyorum. Eğer Instagram’daki hesabımı büyütebilirsem kafamda çok güzel okuma etkinlikleri de var ama üşeniyorum fotoğraf çekmeye de, kaliteli bir sonuç elde etmek istiyorsam uğraşması güç bir iş.

 

Şimdilik böyle. Bu yazıyı yayımlamadan önce blogun adını değiştireceğim, belki tasarımıyla da oynarım biraz. Sonra “Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler” için daha bu yazıyı yazmadan önce hazırladığım yazıya son halini verip onu da paylaşacağım birkaç gün arayla. Umarım bu sefer blog işinde biraz daha ilerleyebilirim. Her şeyin okuyan birilerinin varlığına bağlı olduğunu düşünüyorum.

 

Sevgiyle kalın. J