23 Aralık 2017 Cumartesi

Yolun Sonundaki Okyanus

Kahramanımız katıldığı bir cenazeden sonra, bu zor günün devamıyla başa çıkmadan önce biraz kafasını dinlemek ister ve arabasına atlayıp hedefsizce yol alır. En azından kendisi "hedefsizce" olduğunu sanmaktadır fakat bir süre sonra fark eder ki çocukluk arkadaşı Lettie'nin "okyanus" dediği, yolun sonundaki göle kırmıştır direksiyonu. Kahramanımız, gölün karşısında oturup onu izlerken geçmişinin belli belirsiz hatırlanan günlerinden bir yumak yavaş yavaş açılır ve onca yıl boyunca unuttuğu çocukluk hatıraları zihnine dolar.

Kitaptaki olaylar kahramanın çocukluğunda geçtiğinden olsa gerek basit, masum ama güçlü bir dil kullanılmış ki ben böyle bir dille yazılmış kitapları okumaya bayılırım. Kullanılan dilin de etkisiyle olduğunu sanıyorum; kitap, belli bir noktaya gelene kadar adeta çocuk kitabıymış hissi yaratıyor. Fakat buna aldanmamak gerek, hiç kimsenin bir çocuk kitabında olmaması gerektiğini düşüneceği bazı şeyler barındırıyor çünkü. Ayrıca kurgu, bir çocuğun anlamlandırıp kendini konumlandırabileceği bir basitlik ve netlikte değil.

"Yolun Sonundaki Okyanus"un herkese hitap ettiğini düşünmüyorum. Olaylar oluş sırasıyla, bir çocuğun gözünden anlatılıyor falan; burada bir sorun yok. Ama kitabın çok net çizgilerinin olmadığını düşünüyorum. Kurgu, bir yere varmak için ilerlemiyor. Karakterlerin çoğu net çizgilerle çizilemiyor, kendi dünya bilgimiz çerçevesinde konumlandırılamıyor. Kitap, bir çocuğun yaşadığı sıra dışı bazı günler üzerinden evrenin kendisine, onun da ötesinde belki büyüklükle nitelendirmenin de anlamsız kaçacağı öte şeylere uzanıyor. Bu yüzden bir şeyleri yakalayıp da avcumuzda tutmaya çalıştığımızda rüzgar gibi uçuşup elimizde bir esintinin hatırasını bırakıyor yalnızca.

Ben kitabı çok sevdim. Neil Gaiman, yine yaratıcılığın sınırlarını zorlamış. "Büyülü gerçekçilik" kategorisine sokmak için uygun bir kurgu mu bilmiyorum ama bir köküyle bizim dünyamıza, yaşantımıza sımsıkı tutunuyordu; o yüzden "fantastik" de denmeyebilir gibi geliyor bana.

Kitabın tanıtımına "Bir kelebeğin kanatları kadar narin ve hüzünlü." yazıyor. Gerçekten de bir o kadar naif. Hüzünlü kısmına gelince de ben bu hüznü sonlara doğru ince bir sızı olarak hissettim içimde. Sizi doğrudan buna sürükleyen bir durum yok aslında ama, kitabı gece yarısından sonra bitirmemin de etkisiyle olacak, kapağı kapattığımda gözlerimden damlacıklar süzülüyordu. Tanıtımda ayrıca "Karanlıktaki bıçak kadar tehditkar ve korku verici." yazıyor. Evet, öyle aynı zamanda.

Bir çocuğun gözünde yetişkinliğe bakabilmek de bence çok değerli bir deneyim. Kitabımız, bu deneyimi yaşama konusunda bana çok güzel yardımcı oldu.

Kitapta renkli yapışkanlarla işaretlediğim farklı farklı yerler oldu fakat aklımda kalan alıntıya bir işaret bile koymamıştım:

Küçük bir oğlanı ağlatmak sana kendini büyük mü hissettiriyor?

Kitaptaki hiç aklımdan çıkmayan, en cani sahne ise inanılmaz güçlere sahip fantastik yaratıkların yaptıklarından değil, bir insanın yaptıklarından oluşuyordu. Ama tabii şimdi buraya yazmıyorum onu.

Bu arada kahramanımız tam bir kitap kurdu ve ben böyle karakterleri olan kitapları daima çok yakın bulurum kendime.

Gerçek hayat katlanamayacağım kadar zorlaştığında kitaplara sığınırım.

Okurken azıcık da olsa "Mürekkep Yürek" tadı almıştım, bu yüzden teşekkür bölümünde Cornelia Funke'nin adına rastlamak bende ufak bir tebessüme sebep oldu.

Ayrıca nedenini tam olarak bilemiyorum ama Ursula Monkton, bana bir şekilde "Koralin"deki "diğer anne"yi hatırlatıyor. Belki ikisinin de aynı yazarın hayal gücüne düşüp aynı yazarın kaleminden doğmasındandır.

Bu yıl okuduğum kitaplar arasında en sevdiklerimden biri oldu. Aynı zamanda okuduğum en sıra dışı ve özel kitaplardan biri benim için.

Sadece 181 sayfadan oluşan bu kitabı ben başladığım günde bitirdim. Eğer sizde yıllık hedefinizi yetiştirmekte zorluk çekiyorsanız ideal bir kitap, tavsiye ederim.


14 Aralık 2017 Perşembe

Star Wars:The Last Jedi(Son Jedi)

                     Star Wars'ün yeni filmi The Last Jedi 13 Aralık'ta, yani dün, vizyona girdi!!


Ben de bu filmi vizyona girdiği gün izleyenler arasındaydım. Aslında odadan kampüs içindeki bir işimi halletmek için çıkmıştım ama eğer odaya geri dönersem muhtemelen zahmet edip de tekrardan çıkmayacağımı fark ettiğim için yurda değil otobüs durağına yöneldim aceleyle ve Kentpark'a doğru yol almaya başladım. (Bakınız: Saçla makyajla uğraşmayan, ihtiyaç duyabileceği her şeyi cebinde taşıyan biri olmanın avantajları)

Film vizyona girmeden günler öncesinde kafamda şu tarz hesaplar yapıyordum: Acaba bileti önceden internetten mi alsam? Ama ya bileti internetten alırsam da film için bekleyenleri kuyruğu çok uzun olacağından ben gidip biletimi teslim alamadan film başlarsa? En iyisi gidip oradan almak ama ya bir tek akşam seanslarında ye olursa?... Fakat oraya gittiğimde kuyruk ya da sıra diye bir şey yoktu. Biletimi sakince, istediğim yerden aldım. Film esnasında salonda 10 kişi bile yoktu tahminen. Acaba Ankara'da çok fazla avm olduğu için mi böyle oldu yoksa ben "Star Wars'ün yeni filmi oooğğluuuum!!"diye fazla mı abartıyorum? Neyse.

Öncelikle filmi izlerken çok keyif aldığımı belirtmem gerek. İlk filmi çok iyi hatırlayamıyorum ama bunu daha çok sevdim sanırım, ilki biraz hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu film için de bir kısmı olumsuz olmak üzere değineceğim çok yan var amaaa yazıda sürprizbozanları/tatkaçıranları sakınmadan kullanacağım. Yani buradan sonrasını yalnızca filmi izleyenler okusun. Aslında film henüz yeni vizyona girmişken tatkaçıran vermeden bir yorum hazırlasam çok faydalı olurdu ama ben çekim kalitesinden vs. de anlamam ki, neyini eleştireceğim o şekilde? Neyse, başlıyorum:


Ben filmi kafamda isyancıların(ya da asiler diye mi çevriliyordu, tam emin olamadım) gemisiyle ilgili sahneler ve Ben-Rey-Luke sahneleri şeklinde ikiye ayırdım. Gemiyle ilgili sahnelerden başlamak isterim.
Bunun öncesinde de aynı konuyla ilişkili olarak birkaç şey yaşandı ama üzerinde söyleyecek bir şeyim olmadığı için değinmeden geçiyorum. Gemilerimiz sakin bir şekilde yolculuk yapmaktadır ki geminin yeri General Hux ve adamları tarafından tespit edilir. Karanlık tarafın adamları bizim gemileri ışık hızındayken bulmuştur ve takibini sürdürmektedir. Dolayısıyla gemimiz ışık hızında seyahat etse bile diğerleri onları takip edebilecektir, ta ki bizimkilerin benzini bitene kadar... İşte isyancılar bu şartlar altında kaçmaktadırlar. Karanlık taraftakiler, gemilere geriye tek bir tanesi kalana kadar ateş açarlar. Ateş açılan gemilerden birinin içinde canımız prensesimiz Leia da vardır ve kendisi sağ kurtulan tek kişi olsa da bilinci yerinde değildir. O da hemen geriye kalan tek gemiye alınır.

Finn, Rey'in güvenliğini sağlamak amacıyla gemiden kaçmaya çalışırken başlarda onun bir kahraman olduğunu düşünen ve filmin başında ablasını kaybetmiş olan Rose ile tanışır. Tatlı tanışmaları, Rose'un Finn'in kaçmaya çalıştığını fark etmesiyle tartışmalı bir hal alsa da geminin içinde bulunduğu durumu  öğrendiklerinde olacakların önüne geçmek için birlikte bir plan yaparlar. Planları, karşı tarafın gemisine sızıp izleyiciyi birkaç dakikalığına kapatmaktır. Bu da kendi gemilerine karşı taraf fark etmeden uzaklaşmak için yeterli zamanı sağlayacaktır. Planı asi çocuğumuz Poe ile paylaşırlar ve Poe da birkaç arkadaşının yardımıyla onların gemiden ayrılmalarını sağlar.

Leia yöneticilik yapacak durumda olmadığından yerine mor saçlı bir kadın geçer ( bakınız: seriyi sevmek ama ona hakim olmamak). Bu mor saçlı kadın da Poe'ya sağlam planları olan biri gibi görünmez ve kadın da sürekli Poe'yu küçümser davranarak işleri kızıştırır. Poe, en son kadınla tartışmaya gittiğinde yakıtın filoya aktarıldığını görür ve kadının planının gemiyi boşaltıp insanları bu filodaki daha küçük gemilere bindirmek olduğunu anlar. Poe bunu öğrendiğinde geminin yönetimine el koyar, kadını hain ilan eder ve süreci durdurur çünkü o küçük gemilerin kendilerini savunabilecek bir silah mekanizması olmadığı bilinmektedir. Film ilerleyip Leia da iyileşince öğrenilir ki küçük gemiler çok ciddiye alınmıyormuş, dolayısıyla da onlar için takip cihazları genelde bulunmuyormuş. Yakınlarda da eskiden isyancılar için bir üs olarak kullanılan, başkaları tarafından bilinmeyen bir gezegen varmış. Ulan bunu filmin başında Poe'ya söyleseydiniz ne olurdu sanki??  O kadar gerilim yaşanıyor, çok büyük bir mesele gibi anlatılıyor ama meğerse basit de bir çözümü varmış.

Mor saçlı hanım bu konuda ketum davrandığı için olanları bilmeyen Rose ve Finn, gemiyi kurtarmak için yolculuğa çıkmıştı hatırlarsanız. Kendileri karşı tarafın gemisine sızabilmek için bir şifre kırıcıya ihtiyaç duymaktalardır, bu yüzden kendilerine bunu yapabilecek birinin bulunduğu söylenen yere giderler. Tam o adamı bulmuşken ve iletişime geçeceklerkense araçlarını yanlış yere park ettikleri için tutuklanırlar. Sonra hapiste şifre kırıcı olduğunu iddia eden bir abimizle tanışırlar ve onunla birlikte kaçarlar. Sonra hedef gemiye sızarlar ve tam işlerini hallediyorlarken yakalanırlar. Bunlar yakalanınca da şifre kırıcı kendi çıkarlarına uyan şekilde sırlarını ifşa eder ve böylece Leiagiller için aslında her şey yolunda gidebilecekken gitmez, yeniden takibe alınırlar. Eski isyancı üssü olarak bahsettikleri gezegene varırlar ama karanlık taraf da peşlerindedir.

Uzun lafın(epeyce uzun bir lafın) kısası, eğe Poe bu plandan önceden haberdar olsaydı mis gibi herkes güvende olacaktı. Finn ve Rose ise boşuna bu kadar macera yaşamamış olacaktı. Sanırım bu macerayı şifre kırıcı abimizle tanışmak için yaşamaları gerekiyordu. Kendisini ileride tekrar göreceğimizi ve çok kritik bir anda bizim tarafa çok büyük bir yardımı dokunacağını düşünüyorum.

Bence bu gemiyle kaçma-kovalama konusu filmin yarısını almaması gereken vasat bir konuydu, diyerek bahsi kapatmadan önce söyleyecek bir şeyim var. İnsanlar, filolara aktarılırken kod adı:mor saçlı geride kaldı çünkü birinin ana gemiden diğerlerini idare etmesi mi gerekiyormuş ne. Hayır yani, bilim kurgu çağını yaşıyorsunuz, yok mu bir droidiniz kadının yerine geride bırakacak? Teknoloji almış başını gitmiş ama hala diğerlerinin yaşaması için kadının geride kalması gerekiyor. Kadının adı Holdo'muş, araştırıp öğrendim. :)

Gelelim Ben-Rey-Luke kısmına...

İtiraf edeyim Rey hoşuma gidiyor ama ellerimi havaya kaldırıp "Nasıl yani?!!!" diye bağırmak istiyorum. NASIL YANİ?!!!!!! Bu ilk filmden beri çok önemli bir mesele, bu filmde de önemini koruyor: Rey nasıl bu kadar güçlü olabilir? Hadi bu kadar güçlü olması bir yana, gücünü nasıl bu kadar kolaylıkla kullanabilir? Ulan Anakin Skywalker bile kaç yıl jedi eğitimi aldı bu hallere gelebilmek için( Bakınız: Bir Darth Vader kolay yetişmiyor). Fakat hayatında Jedilık eğitimi almamış, padawanlık tatmamış kızımız Kylo Ren ve Luke Skywalker'a meydan okuyabiliyor. NASIL YANİ!!!!???!!! Diyelim ki kızın içinden midikloryan fışkırıyor olsun, yine de bu kadar kolay olmamalı yav. 

Jedilık eğitimi falan dedim de, filmin beni en çok eğlendiren kısmı Rey'in gücü hissetmeye çalıştığı kısımdı. Şimdi de tebessüm ettim.

İçindeki gücü keşfeden Rey, hem Leia'nın emriyle son umut olduğuna inanılan Efsanevi Luke Skywalker'ı çağırmak hem de içinde bulunduğu durum hakkında yardım
 bulmak amacıyla Luke'un münzevi hayat sürdüğü yere gider ve kendisini ikna etmeye çalışarak kuyruğundan ayrılmaz. Luke, geri dönmemeyi kafasına koymuştur ama özellikle neden artık jedi diye bir şeyin olmaması gerektiğini anlatabilmek için Rey'i eğitmeye karar verir sonunda.

Rey, Luke'un yanında kaldığı bu süre içinde zihinleri bir şekilde Ben ile sürekli kesişir. Rey'in başta düşmanca olan tavırları Luke'un Ben'e ne yaptığını anlatmasıyla yumuşar ve bir süre sonra birbirlerini anlamaya başlarlar. İkisi de zihinlerinde karşısındakinin taraf değiştirdiğini görür ve Rey, kendi gördüğü şeyin verdiği inançla Ben'in yanına gider.

Bu sırada Luke "Allah da benim belamı versin. Ben'i de kaybettim, Rey'i de!" tripleri içindedir ki Ustamız Yoda'mız birden belirip Luke'un yolunu aydınlatır. Bu ölmüş jedi ustalarının geçmişteki öğrencileri kendilerine ihtiyaç duyduklarında onlara rehberlik edebilmeleri güzel bir şey. Yoda'nın keyifli kıkırdamaları beni de neşelendirdi.

Ben ve Rey ile devam edelim. Rey, Ben'in yanına gittiğinde öğreniyoruz ki bu ikisinin zihinlerini bağlayıp duran Yüce Lider Snoke imiş. Amacı da Rey'i eline geçirmekmiş. Snoke, Rey'i kendi amaçları için kullanmak ve Luke'un yerini öğrenmek ister. Rey'se direnir hatta meydan okur fakat Snoke çok güçlüdür. En sonunda der ki: "Öğrencimin zihni tereddütlerle doluydu. Artık çok kararlı olduğunu hissedebiliyorum. Kylo Ren, doğru olanı yap ve öldür kızı." Aslında böyle demez de buna paralel bir şeyler söyler işte. Ben de "Doğru olanı yapacağım." falan der. Bu sahnede Rey'e değil Snoke'a saldıracağını tahmin etmek hiiç de zor değildi. Fakat kılıcını Rey'e savuracakmış gibi yaparken zihin gücüyle Snoke'un yanındaki kılıcı kullanıp onu ikiye ayırdığı sahne çok etkileyiciydi. Yalnız, Snoke kadar güçlü bir adam nasıl Kylo Ren'in aklındakini fark edemez, anlam veremiyorum. Açıkçası Kylo Ren o kadar da güçlü bir izlenim bırakmadı benden. Eğer o kadar güçlüyse nasıl oluyor da ilerdeki sahnelerde Rey'e yenilir diye soruyor insan.

Snoke öldükten sonra ikilimiz etraflarındaki herkesle mücadeleye girer ve onları öldürürler. Geriye yalnızca ikisi kalmıştır. İkisi de birbirlerini kendi yanlarına çekmek ister fakat ikisi de bunu başaramaz. En sonunda birbirleriyle mücadele etmeye başlarlar ve ne hikmetse Rey kazanır. Kylo Ren'i yerde baygın halde bırakan Rey, yanında Chewbacca ile kaçar ve bizimkilerin sığındığı gezegene giderek onlara yardımcı olmaya çalışır.

Yoda'nın da etkisiyle gücü yeniden kullanan Luke, isyancıların yanına gider. Luke ve Leia bir araya gelince gözlerimden minik damlalar çeneme doğru yol alır.

Kylo Ren, Rey'i de kaybettiği için çok öfkelidir. Yüce Lider'in yerine kendisi geçer ve bütün öfkesiyle isyancıların sığındığı gezegene doğru yola çıkar. Oraya gittiğinde amcası ve eski ustası Luke ile karşılaşır. Mücadele ederler fakat Kylo Ren, kılıcını Luke'un içinden geçirse bile Luke ölmez. Çünkü kendisi aslında inzivaya çekildiği mekandadır, gücü kullanarak bize birtakım oyunlar oynamıştır. Fakat sonra Luke oturmuş günbatımını izlerken birden yüzünün ifadesi değişir. Sonra Rey'in ve Leia'nın da yüzünün ifadesi değişir. Meğerse Luke gitmiştir(ölmüş gibi bir şey.) Bir an oturmuş günbatımına bakarken bir an sonra geriye yalnız pelerini kalır. Ardından yas bile tutamadım adamın, oturduğu yerde birden yok oldu çünkü. Bence bu çok üzücü. Han Solo'yu oğlu öldürdü, çok sevgili Carrie Fisher öldüğünden gelecek filimde Leia da olmayacak; şimdi de Luke gitti. Geriye bir tek R2D2, C3PO ve Chewie kaldı ki onları da bu filmde yeterince çok göremedik; özellikle de R2'yu. Onların aksine BB8'i ise bu filmde daha yakından tanıdık, hiç bilmediğimiz bazı yönlerini öğrendik.

"Yorum yapacağım."diyerek başladım ama filmin çok büyük bir kısmını özetlemiş oldum. Yazının buradan sonraki kısmı biraz da "yorum"a kaçacak sanırsam.

Kylo Ren yani Ben; tam bir asi, embesil, melankolik bir ergen. Tipi biraz Ezra Miller'ı andırdığı için sempati duysam da gerçek bu. Fakat ben kızımız Rey ile kendisini çok yakıştırıyorum. İkisi akraba çıkabilirler diye bunun üzerinde fazla düşünmüyordum ama Ben "Ailenin kim olduğunu biliyorum, sen de biliyorsun." falan diyerek bir heyecan yarattıysa da altından bir akrabalık çıkmadı. Bir de Finn ve Rey'i çift yapacaklar gibi duruyordu, filmin başlarında da bunun için verilen bazı işaretler oldu ama Finn ve Rose bu filmde öpüştüklerinden bunun anlamı çiftlerimizin "Finn ile Rose" ve "Ben ile Rey" şeklinde olabileceğini düşündürttü. Bu ihtimal beni heyecanlandırıyor.

Gelecek filmde Kylo Ren ve Rey nasıl bir denge sağlayacaklar diye merak ediyorum. Karanlık tarafın kazanmayacağı kesin ama yine de çeşitli ihtimaller mevcut. Acaba Kylo Ren ölür mü?

Leia ve Ben kavuşması göremeyecek olmak da beni üzüyor.

Aslında oyunculuklar konusunda da birkaç şey söyleyecektim ama vazgeçtim, ehe.

Sanırım söyleyeceklerim bu kadar. İlk kez bir film yazısı yazdım bloğa ama daha önce yazmamam isabetli olmuş dedirtti. Eğer filmi izlerseniz fikirlerinizi duymayı çok ama çok isterim.

Bu yazının nasıl sona ereceğini çok iyi biliyorsunuz:

Güç sizinle olsun!

Sonsuza dek...

Not: Az kalsın unutuyordum. Bu filmin favori repliği ilk kez bu filmde gördüğümüz Rose'un dilinden döküldü: "Savaşı böyle kazanacağız. Düşmanlarımızı yok ederek değil, sevdiklerimizi koruyarak..."

Not 2: Bunu da az kalsın unutuyordum. Filmin en gülünç ve anlamsız sahnesi Leia'nın uzay boşluğundan süzülerek gemiye ulaştığı sahneydi. Yakışmadı.

27 Kasım 2017 Pazartesi

Koralin ve Gizli Dünya

Peri masalları gerçekten de ötedir; yalnızca bize ejderhaların var olduğunu söyledikleri için değil, bize ejderhaları yenmenin mümkün olduğunu söyledikleri için.


Birkaç yıl önce filmini izlediğim "Coraline"ın kitabı olduğunu ve yazarının da Neil Gaiman olduğunu öğrendikten sonra bu kitabı okumayı çok istedim. Fakat kitabın baskısı bulunmuyordu ve yeni baskısı çıkacak gibi de durmuyordu pek. Bu sene(ya da geçen sene mi?) yeni baskısı çıkan "Koralin  ve Gizli Dünya" benim elime son BKM alışverişimle geçti ve ben de dayanamadan kısa bir süre içinde okudum.

Annesi ve babası daima kendi işleriyle meşgul olan Koralin'in yeni taşındıkları büyük evde canı sıkılmaktadır. Bu sıkıntılı günler içerisinde en büyük eğlencesi ise keşifler yapmaktır. Minik kaşif Koralin bir gün misafir odalarındaki kapının kendi evlerinin aynısının biraz daha farklısına açıldığını fark eder. Benzerlik yalnızca evin kendisiyle sınırlı kalmaz; kapının ardında onu sevmeye, sarmaya, onunla oynamaya ve onu sonsuza kadar yanlarında tutmaya hazır düğme gözlü diğer annesi ve diğer babası beklemektedir. Acaba Koralin yaşamak için hangi dünyayı seçecek ve bunun bedeli ne olacaktır?

Hatırladığım kadarıyla bunun filmi epey ürperticiydi, çocuklar için çok da uygun bir film olmadığına karar vermiştim. Gaiman da kitabın arkasında yazan şu sözleriyle buna dikkat çekiyor aslında:"İnsanlar kitabı okumaya başladığında öğrendim ki, çocuklara macera yaşatan, yetişkinlere ise kabuslar gördüren bir hikayeymiş bu." Aslına bakarsanız kitabı filmi kadar ürkütücü bulmadım. Bunda artık 18 yaşında olmamın ve kitabı okumadan önce filmini izlememin yanısıra düğme gözlü karakterler filmde kanlı canlı karşımda dururken kitapta bu görüntünün hayal gücüme kalmış olması da etkiliydi.

Filmle kitap arasında iki fark keşfettim: Filmde Koralin'in sonradan arkadaşlık kurduğu bir çocuk vardı, kitapta böyle bir karakter hiç yer almadı. Yer alsaydı kitabı biraz daha canlandırırdı sanırım ama çok da eksikliğini çekmedim. İkinci fark ise filmde öbür evin çok çok daha ihtişamlı olması ve her şeyin Koralin'e özel olması. Bu sahneler görsellik açısından güzeldi, sanırım kitapta da böyle olmasını tercih ederdim sanıyorum. Eminim başka farklılıklar da vardır ama ben filmi çok iyi hatırlamıyorum.

Bu Neil Gaiman'dan (hep "gaymın" diye okuyup ona göre ek getiriyorum ama "gaymen" hatta "geymen" bile olabilir...) okuduğum üçüncü çocuk kitabı ve okuduğum kitapların hepsine de bayıldım. Ama benim için en güzeli, en keyiflisi kesinlikle "Koralin ve Gizli Dünya" oldu. Sade, esprili dili muhteşem ve hitap ettiği kitle için uygun, zekice, keyifli. Gaiman'ın hayal gücü beni yine kendine hayran bıraktı; hem daha önceden tanışık olduğumuz durumlar (kapının arkasından geçip başka bir diyar keşfetme vs.) ustaca kullanılmış hem de daha önce hiç tanık olmadığımız özgünlükler(DÜĞME GÖZ vs.) sunulmuş. Mesajları hiç zorlama izlenimi uyandırmadan vermesi çok güzeldi. En çok da kitabın ortamını sevdim, böyle gotik ortamlardan çok hoşlanıyorum! Çizimler de gayet hoş olmuş ve tasvirleri daha canlı kılan güzel bir hayal gücü yansıma çıkmış ortaya. He bir de kitabın en etkileyici karakteri olarak kediyi ilan ediyorum!

"Olmaz," dedi kedi. "Siz insanların isimleri vardır. Çünkü siz kim olduğunuzu bilmezsiniz. Biz kim olduğumuzu biliriz, bu yüzden isimlere ihtiyacımız yoktur."

Etrafınızda çok çok hassas olmayan çocuklar varsa hem onlara hem de size kitabı tavsiye ediyorum. Filmini ise yalnızca size tavsiye ediyorum ve gece izlememeniz konusunda sizleri uyarıyorum.

Şuraya da filmin fragmanını bırakıp kaçıyorum:


Not: Fragmanı izledikten sonra fark ettim ki iki Koralin'in karakteri de epey farklıymış. 

Not: Yazı girmeyeli neredeyse iki ay olmuş! Çok da şey bir yazı olmadı ama sonunda burada olduğum için çok mutluyum!!!!

2 Ekim 2017 Pazartesi

Kardeşimin Hikayesi

"Kardeşimin Hikayesi", Zülfü Livaneli'den okuduğum ikinci kitap, birincisi "Serenad"dı. İkisini kıyaslayacak olursam "Serenad" daha güzeldi ama bu kitap da hayal kırıklığına uğratmadı beni.



Hepimiz öleceğimizi biliriz ama öldürüleceğimiz aklımıza gelmez, yazdım. Kim bilir kaç milyon bebek, doğduktan sonra sevinçle, alkışla  karşılanmış, daha o anda yaşlanmaya başladığı ve ölüm mahkumu olduğu anasının babasının aklından bile geçmemiştir. Daha da tuhafı hiç kimse doğan bebeğin bir gün öldürülebileceğini, bir cinayete veya bir kazaya kurban gidebileceğini, idam edilebileceğini, savaşta ölebileceğini düşünmez. Oysa bunların hepsi insanlar için. İnsanlık tarihi boyunca milyarlarca kişi "normal" denilen şekilde yaşlanıp ölmemiş, öldürülmüş.

Kitap iki katmandan oluşuyor: Birinci katmanda anlatıcımız Ahmet dünyadan elini ayağını çekmiş, sakin bir balıkçı köyü olan Podima'da kitaplarıyla ve köpeğiyle birlikte rutin bir hayat sürerken bir kadın cinayetini araştırmak üzere köye gelen genç ve güzel gazeteci kızla tanışıyor. Başlarda kızın amacı cinayete dair dişe dokunur bir şeyler öğrenmekken kendisini Ahmet'in ikizi Mehmet'in hikayesini dinlerken buluyor. Kitabın ikinci katmanını da Mehmet'in hikayesi oluşturuyor. Daha sonra bu iki katman tek düzlemde birleşerek olaylar birbirine bağlanıyor.

Kitapta olayları Ahmet'in ağzından dinliyoruz. Ahmet, arkadaşı(!) Arzu Kahraman'ın cinayetine gösterdiği tepkiyle, ya da daha doğrusu tepkisizlikle, daha ilk sayfalardan "Yabancı"nın Merseult'unu hatırlatıyor. Psikolojik sorunlarının sinyalini de yine ilk sayfalardan veriyor. Gazeteci kızımızın ağzından şöyle biri Ahmet: Duyuları olan ama duyguları olmayan bir adam, kimseye dokunamıyor, aşk ve nefret duyamıyor, egosu yok ve hayvanlarla konuştuğuna inanıyor. Ahmet konusundaki hislerimden pek emin değilim. Ben karakterini yeterince tutarlı bulmadım ama henüz bu konuda karar verebilecek düzeyde değilim. Köpeği Kerberos'la ve kitaplarla olan bağındansa çok etkilendim. Yaşadığı evse rüyalarımın evi diyebilirim; odaları temalarına göre kitaplarla tıka basa doldurulmuş bir ev, mükemmel!

Gazeteci kızıysa daha ilk andan beri hiç beğenmedim. Kitap karakterlerinden istemsizce bir zeka düzeyi bekliyorum ve bence bu kız çok salaktı. Ben bile daha profesyonel bir gazeteci olurdum sanıyorum. Yazarın ya da Ahmet'in gözünden kızı göremediğimden kızın kitaptaki rolüne  anlam veremiyorum.

"Kardeşimin Hikayesi" her ne kadar benim dört günümü almış olsa da bence çok sürükleyici ve okuması inanılmaz kolay bir kitap. Bunda herhalde yazarın dili ve Mehmet'in adeta "Binbir Gece Masalları" gibi günlere yayılarak anlatılan hikayesindeki merak unsuru etkili.

Romanın bir diğer çok beğendiğim yanıysa kitaplarla iç içe olması, çok seviyorum ben kitaplarla iç içe şeyleri okumayı! Ahmet'in yalnızca evi değil, aklı ve dili de kitap dolu. Yaşanan olaylar ona okuduğu olayları, karşılaştığı insanlar kitap kahramanlarını hatırlatıyor. Zaten hayattaki tek gerçek şeyin de edebiyat olduğunu savunuyor. Bununla ilişkili ve buna ek olarak kitabı okurken arkasında derin bir kültürel birikim hissediyorsunuz ki bu benim için çok büyük bir zevk. Kitapla ve edebiyatla ilgili alıntılardan şuraya buraya serpiştirmek isterdim ama o kadar çoklar ve o kadar güzeller ki seçim yapmam imkansız.

Ne yazık ki bu romana dair olumlu görüşlerimin yanı sıra olumsuz görüşler de biriktirdim bir sürü. Bunlardan en önemli iki tanesi Olga'yla ilgili ki herhalde kendisinin Mehmet'i yıkan aşk hikayesinin ana kahramanı diye tanıtsam sürprizbozan vermiş olmam.

İlk olarak Olga'nın ilahlaştırılmasından çok rahatsız oldum. Bir aşk hikayesinde böyle bir karaktere yer verilecekse bile bu karakterin yalnızca aşığının bakış açısından böyle birisi olmasını tercih ediyorum. Bu haliyle "muhteşem" bir karakteri kabul etmekte çok çok zorlanıyorum ve bir aşk hikayesinin içindeyse olumlu bulmuyorum. Fantastik bir kitapta olsa kabul edebilirdim.

İkinci olanıysa sürprizbozan vermeden anlatmanın bir yolunu bulamıyorum. Eğer kitabı okumuşsanız 284'ten sonraki sayfalara şöyle bir göz atarak neyden bahsettiğimi anlayabilirsiniz. Bu sayfalarda olanları hiç gerçekçi bulmadım. "Gerçekçilik"ten kastım olayın günlük hayatta yaşanmasının imkansızlığı değil, çünkü bence mümkün, ama bir romandan bekleyeceğiniz gerçekçilik anlayışına tersti. Eğer edebiyat dersi aldıysanız Tanzimat Dönemi romanlarını hatırlarsınız: Biri evlenir, evlendiği kişi babası çıkar, kız hastalanıp ölür, babası intihar eder, kızın aşığı intihar eder vs. vs... Bunların hepsinin gerçekte olma olanağı vardır ama bir romanda okuduğumuzda ucuz geliyor, aşağı yukarı böyle anlatabilirim sanırım.

Bunun dışında her ne kadar Ahmet'in duygusuz olduğunu bilsem de kediyle olan sahneleri beni çok rahatsız etti. En çok da gazeteci kızın buna olan tepkisizliği... Aynı tepkisizliği Hatice Hanım'ın hikayesi için de gösterdiğini görmek de yine öyleydi. Diğer bir iki noktayıysa tek tek işaret etmeye gerek yok.

Sonlara gelindiğinde kitabın herhalde en vurucu noktası olan gerçeği başından beri tahmin diyordum ama "Yok ya, değildir öyle." falan diyordum. Kitap bittiğindeyse her şey açığa çıktı tabii.

Cinayetin ardındaki hikaye ise benim için basitçe "üzücü"ydü.

Kitabı bitirdikten sonra geride bırakılmış ipuçlarını anlayabilmek güzeldi.

Bir psikoloji 1. sınıf öğrencisi olarak özellikle ilgimi çeken yerler oldu.

Konu aşka gelince de Ahmet'in kafasından ziyade Ali'nin kafası uydu bana ama gavatlığa kaçmayan tarafıyla. Yani ben de cinayetlere ve şiddete sebep veren kıskançlığı aşka değil, sahip olma isteğine bağlıyorum Ali gibi.

Benim her şeye rağmen beğendiğim bir kitaptı. Sizlere de tavsiye ediyorum. Ama hayatınızda tek bir Zülfü Livaneli kitabı okuyacaksanız bu "Kardeşimin Hikayesi" değil, "Serenad" olsun lütfen.

Son olarak da kitabın kapağındaki tabloyu çok beğeniyorum. Tablo üzerinden yapılan farklı yorumlamaları okumanızı tavsiye ediyorum.

Sevgiler. :)


24 Eylül 2017 Pazar

Bin Muhteşem Güneş

Bu kentin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin
Ne de duvarlarının gerisinde gizlenen bin muhteşem güneşi


Bu kitabı 2015 Bursa Kitap Fuarı'nda almıştım. Henüz okumadığım 12 diğer kitapla birlikte "Bin Muhteşem Güneşi" yanıma, Ankara'ya getirdim. Hangi kitabı okusam, diye kararsızlıkla kıvranırken gözüm bu kitaba çarptı ve çok da güzel oldu. İki yıllık bir beklemenin ardından sonunda, doğru bir zamanda okuyabildim.

Khaled Hosseini'yi "Uçurtma Avcısı"yla tanımıştım. "Uçurtma Avcısı" içimi çok acıtsa da çok beğendiğim bir kitap olmuştu. Okuduktan sonra yazar olmanın çok zor ve büyük bir şey olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Sanırım "Uçurtma Avcısı"nı daha çok beğenmiştim ama bu kitap da yine pek çok açıdan çok güzeldi benim için.

"Bunu iyice kafana sok, kızım," dedi Nana. "Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman."

Eğer kitaba dair anahtar kelimelerin bir listesini çıkarsam sanırım "kadın" başı çeker. Kitapta "kadını" pek çok temel haliyle görebilmekteyiz: seven, inanan, uman, sabreden, fedakarlık yapan, merhamet eden, ezilen, kaybeden, yeniden başlayan, direnen... Üç karılı Celil'in hizmetçisinden doğma, harami bir çocuk olan; ıssız bir yerde, minicik kulübede acı ve nefretle yoğrulmuş annesiyle yaşayan; çok sevdiği babasını her perşembe nefesini tutarak bekleyen bir Meryem karşılar bizi kitabın başında. Sonra Leyla gelir. Aşık Leyla. Güzel Leyla. Annesinin gidenlerin ardına takılı kalmış gözleri kendisine çevrilmeyen, bir öğretmen olan babasının geleceğinden çok şey beklediği Leyla. Bu iki kadının yolu ölümün, kimsesizliğin, çaresizliğin ve bir bebeğin kendilerini ittiği bir noktada kesişir. Sonrasında da hep birliktedirler zaten; Leyla'da hep biraz Meryem kalır mesela, hep kalacaktır da. 


Aklına Nana'nın bir keresinde söylediği bir şey geldi; her bir kar tanesinin, dünyanın bir yerinde haksızlığa uğrayan bir kadının ağzından dökülen bir ah olduğunu. Bütün bu iç geçirmeler gökyüzüne yükseliyor, bulutlar halinde toplanıyor, sonra minicik parçalara bölünüp sessizce aşağıya, insanların üstüne yağıyordu. Bizim gibi kadınların neler çektiğinin göstergesi, demişti. Başımıza gelen her şeye nasıl sessizce katlandığımızın.

İkinci anahtar kelime: Afganistan. Ama daha da özelinde "Afganistan'da kadın olmak". Mesela çocuk yaşta evlendirilir canım kızlar. Bu çocuk gelinlere düşer evi temizlemek, yemek yapmak, sökük dikmek her işe koşmak. E tabii geceleri de kocalarının zevk oyuncağı olmak. Sıradaki görevleri: çocuk doğurmak. Erkek olursa ne iyi, kız olursa aman dikkat, hiç olmazsa da hazırla kendini başına geleceklere. Kocan bir daha bakmayabilir yüzüne, belki bir daha konuşmaz bile senle. Görevini yapamadın ya hani, belki yanına bir ikincisi getirilir yerine. Tabii ki dönemin siyasi şartları da belirler senin konumunu. Bir bakarsın hemcinslerin çalışıyor okullarda, hastanelerde; bir bakarsın burqasız, erkeksiz dışarı çıkamaz olmuşsun. Seninle konuşulmadan ağzını açamaz olmuşsun. Hiçbir yerde çalışamaz, kocaya mahkum olmuşsun. Ya da Afganistan'da değil de Türkiye'de bir kadınsın mesela, bu kitabı okumuşsun. Sonra durup sormuşsun kendine: "Ülkemde ne Taliban var ne de bir şey! Demokratik, özgür, eşit bir cumhuriyet ülkesinde yaşıyorum güya! Öyleyse neden, Allah'ım neden, ülkemdeki bazı kadınlar aynı durumda?

Bu savaş bittikten sonra Afganistan'ın erkekler kadar, belki daha da çok, sizlere gereksineceğini biliyorum. Çünkü bir toplumun, kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur.

Özeline girmeden "Afganistan"da kalalım biraz da. Khaled Hosseini bu kitabında da doğduğu topraklardan, Afganistan'dan vazgeçmemiş. İyi ki de öyle yapmış. Ben genelde Batı edebiyatından eserler okuduğum için şehir yaşantısıyla, kültürel değerleriyle, insanlarıyla Doğu'ya konuk olmak benim açımdan güzel bir değişiklik ve zenginlik oldu. Olayların geçtiği yerlerden bazılarını görmek istedim. Okurken yer yer kendi kültürümüzle ortaklıkları ve farklılıkları saptadım. Dünyanın neresinde olursa olsun insanın başka bir kıyafette ama yine de aynı insan olduğunu görmüş oldum.

Afganistan aynı zamanda siyasi hayatıyla da kendine yer bulmuştu satırlarda. Ben bu kısımları takip ederken epey zorlandım ama o zamanın halkının kafasının da benimki kadar karışmış olduğunu sanıyorum. Kim dost, kim düşman belli değil. Zamanında Taliban bile sevinçle karşılanmış ama her kim kendini kahraman bilip de kurtarmaya çalıştıysa memleketi, Afganistan'ıın üzerine acı olup yağmış sanki. Savaşın korkunç olduğuna eminim ama iç savaş bence daha da korkunç. Tarafını, kime güveneceğini; neye karşı. ne için mücadele edeceğini bilememek çok yorucu. Bunu kitap üzerinden görmek de mülteciler konusunda biraz daha duyarlılık kazanmamı sağladı. 

Kitabın üçüncü anahtar kelimesi de "insanlık" ve bütün anahtar kelimeleri, ülkeleri ve evreni de içine alıyor.

Khaled Hosseini'nin o güzel anlatımıyla yazdığı, araya kendi dilinden kelimeleri serpiştirerek yazdığı, halkına ve kadınlara ses olduğu bu güzel kitabı bünyesi çok çok hassas olmayanlara tavsiye ediyorum. Afgnistan'ın şu anki durumunu da çok merak ediyorum, yazıyı bitirince araştırayım biraz.

Leyla hayata sarıldı. Çünkü sonunda, yapabileceği tek şeyin bu olduğunu anladı. Bir bu, bir de umut etmek.

Bence önemli bir not: Bütün insanlar özgür olana kadar hiçbir insan özgür değildir.

Ve daha özelinde: Bütün kadınlar özgür olana kadar hiçbir kadın özgür değildir. Sevgiyle kalın.

3 Eylül 2017 Pazar

Dorian Gray'in Portresi

Bir insanın görünce bir daha dönüp bakacağı ya da insanların güzelliği hakkında görüş birliği yapacağı birisi değilim ama geçenlerde kendimde yeni bir güzellik keşfettim: gençlik! Gençliğin verdiği güzelliğin, canlılığın, enerjinin ne kadar eşsiz ve geçici olduğunu fark ettiğimden beri de yaşlanmaktan korkar oldum. Bu da kitabın konusuyla doğrudan alakalı olduğundan "Dorian Gray'in Portresi"ni okumak için doğru bir zaman seçmişim.


















Güzel, genç, güzel, masum ve güzel bir delikanlı olan Dorian Gray, yetenekli ve saf bir ressam olan Basil Hallward'ın dünyasına bir ilham güneşi gibi doğar. Basil, Dorian'a duyduğu saf aşkla ve ondan aldığı ilhamla hayatının en güzel eserlerini verir ve çok sevdiği Dorian'ı herkesten saklamak ister ki geriye dönüp de olanlar düşünüldüğünde bu çok akıllıca bir harekettir. Fakat Dorian'ın Basil tarafından çizilmiş mükemmel resmini gören Lord Henry bu delikanlıyla kesinlikle tanışması gerektiğini düşünür ve tanışır da. Bu da Dorian için hayatının dönüm noktası olur. Hazcı ve kurnaz bir adam olan Lord Henry adeta Dorian'ın güzelliğine bir ayna tutar, onu tatlı tatlı günahlara çağırır, kalbinde yaşanmayı bekleyen zevkleri ona fısıldar ve geri çevrilmesi neredeyse imkansız olan bir dünyanın kapılarını onun için açar. Böylece yapılmaması gereken işler yapılır ve dilenmemesi gereken bir dilek dilenir...














Kitabın ilk sayfalarında bir yere post-it yapıştırmıştım ama birkaç cümle okuduktan sonra çıkardım ve bir daha da kullanmadım çünkü Lord Henry ne zaman ağzını açsa işaretlenmeye değer şeyler söylüyordu.




Kitabın ana karakteri Dorian olsa da bence en etkileyici karakter Lor Henry oldu. Manipüle etmede öylesine başarılı bir adam ki Dorian bir yana ben de etkilendim. Görüşlerinin çoğu bana uzak olan biri olsa da - özellikle kadınlar hakkındaki görüşleri- hakkını vermek lazım mutlaka. Şeytan insan olsa Lord Henry olabilirdi bence. Basil Hallward ise saflığıyla beni hayrete düşüren ve Lord Henry'le olan arkadaşlığına bir türlü anlam veremediğim bir karakterdi.








Okunan her sayfa iddialı görüşlerle dolu olsa da benim için okuması çok zor değildi ve çok keyifliydi. İlk sayfalarından itibaren gerçek bir kitap okumanın hissini tattım. Muhtemelen hayatımın en iyi kitaplarından birini okudum ve 9. bölümdeki bazı gereksiz uzatmalar dışında kusur bulamıyorum bile. Her satırda dolu dolu edebiyat okudum Oscar Wilde'ın bu tek romanında.








Oscar Wilde romanının karakterleri için şöyle demiştir: "Basil Hallward, benim olduğumu düşündüğüm; Lord Henry, dünyanın benim olduğumu düşündükleri; Dorian Gray ise benim olmak istediğim kişidir." Yalnızca bu söz bile kitabın Oscar Wilde'ın hayatıyla olan yakından ilişkisini açıklıyor. Bu ilişkiyi daha yakından incelemek için Everest Yayınlarından çıkan ciltli baskısı gerçekten harika. Sayfalar dolusu notlar eşliğinde Wilde'ın hayatının ve kişiliğinin kitap üzerindeki izdüşümlerini inceleme imkanı buluyorsunuz. Ama yine Everest'ten çıkan başka bir basımı tercih ettim çünkü kitabı, yazarın hayatının etkisinde kalmadan okumak istedim. Bir anlamda eseri yazara tercih ettim.










Everest Yayınları bence "Dorian Gray'in Portresi" konusunda rakipsiz. Ülker İnce'nin bu çevirisinin ödül alması bir yana Everest, Türkiye'de bu kitabı sansürsüz basan TEK yayıncılık. Bence bu gerçekten büyük bir utanç.






Kitabın sansürü Oscar Wilde'ın yaşadığı dönemde, hatta bir kısmı da baskılar yüzünden bizzat kendisi tarafından, yapılmış. Sansüre ihtiyaç duyan ne gördüler bilemiyorum. Belki de nasıl Dorian okuduğu bir kitap yüzünden zehirlendiyse okurlar da Lord Henry'nin sözleriyle zehirlenebilir diye düşünmüşlerdir. Ama zamanında Oscar Wilde'ın eşcinsel ilişkisi yüzünden hapse girdiği düşünülünce acaba bir erkeğin bir başka erkeğe duyduğu masum hisler mi sansüre ihtiyaç duydu diye düşünmeden edemedim. Belki sonra sansürlü halini de okuyup aradaki farkı tespit etmeye çalışırım.












Oscar Wilde'ın hayatına dair duyduğum tek tük şeyler bile o denli etkileyici ki kendi sandığının aksine Basil Hallward gibi olmasına ihtimal vermekte zorlanıyorum. Bu dâhiye dair mutlaka daha çok bilgi edinmeliyim.








Kitabı okumadan önce iki Dorian Gray uyarlamasıyla tanışmıştım. Birincisi The Librarians'tan:



















İkincisi ise çok sevgili dizim Penny Dreadful'dan:









Başlarda Reeve Carney'i özellikle emo saç stilinden ötürü Dorian Gray olarak beğenmediysem de bir süre sonra oyunculuğuyla gönlümü kazandı. Kitabı okurken de Dorian'ı zaman zaman bu surette hayal ettim ama bu hali özellikle saf zamanları için uygun değildi, zaten dizideki hali de saf zamanlarında değildi. He bir de kitapta Dorian'ın saçları kıvırcık.

























Film uyarlamasında ise Ben Barnes'ı kullanmışlar. Ne kadar yakışıklı da olsa ben beğenmedim bu tercihlerini. Ama bunu filmi izlemeden söylüyorum tabii.


Uzun lafın kısası benim bayılarak okuduğum bir kitap oldu. Bana bir yandan "Keşke Wilde'ın başka bir romanı daha olsaydı." dedirtirken bir yandan da "İyi ki tek bir roman yazmış, bir başkası yerini tutamazdı." dedirtti. Hakkını vererek okuyabilecek herkese -ki hakkını tek okumayla vermek mümkün değil- tavsiye ediyorum mutlaka.

NOT: Şu anda paragraflar neden birbirinden 8 metre ötede duruyor bilmiyorum ama aşırı üzüldüm :((((








22 Ağustos 2017 Salı

BÜLBÜL

Bu uzun hayatımda tek bir şey öğrendiysem o da şudur: Aşkta kim olmak istediğimizi, savaştaysa kim olduğumuzu keşfederiz.

Kitabımız bu cümleyle bizim için 1995 yılına bir pencere açıyor; karakterlerimizden birinin bugünü üzerinden kollarını geçmişe uzatıyor ve bizi 1939 yılına, II. Dünya Savaşı Fransa'sına bırakıyor.

Yazarın birkaç yıl önce "Kış Bahçesi" adlı kitabını okuyup bitirdiğimde şöyle bir cümle kurmuştum: "Artık hayatıma nasıl devam edebilirim, bilmiyorum." O da "Bülbül" gibi tarihi kurgu türünde bir romandı ve yazarın "Bülbül"ü yazana kadar en sevdiği kitabıydı, bu yüzden beklentimin ne kadar büyük olduğunu tahmin etmişsinizdir. Fakat ne yazık ki kitap kötü olmasa da beklentilerimin altında kaldı. Kitap o hissi vermedi yani, kendimi istediğim kadar içinde hissedemedim. Bunun sebebi illa da kitabın kendisi olmayabilir, muhtemelen "Kış Bahçesi"ni da şimdi okumuş olsam o kadar da beğenmezdim. Yine de güzel bir kitaptı.

Neden bilmiyorum ama II. Dünya Savaşı'nda dair yapıtlar beni çekiyor biraz ve konuda yalnız olmadığımı da biliyorum. Daha önce "Kitap Hırsızı" ve "Çizgili Pijamalı Çocuk"u okumuştum bu ortamda geçen ve ikisi de çok iyi kitaplardı. Kitapların üçü de benzer amaçlarla aynı dönemi aktarmış olsa da atmosferleri birbirinden farklı. Bu da yazımda tutulan yoldan ve hangi açısıyla aktarılacağına dair yapılan seçimden kaynaklanıyor sanırım. Mesela Kristin Hannah bu kitabı zıt karakterleri iki kardeş üzerinden -ki yazarın diğer kitaplarını da okumuşsanız "zıt karakterli kardeşler"le başka kitaplarında da karşılaşmışsınızdır- yazmış. "Zıt karakter"den kastım iyi ve kötü değil, zaten yazarımız bu tür keskin ayrımlardan genel olarak uzak duruyor ve  hayatın için karakterlerle çıkıyor karşımıza. Katıldığı savaştan sonra değişen, kızlarından yüz çeviren bir baba ve çok sevilen ama artık hayatta olmayan bir annenin acısını büyük kardeş Viann kendisini seven ve kendisinin de sevdiği yeni insanlar bularak atlatmaya çalışıyor. Kendisine kurduğu bu kırılgan ve yeni hayatında sevgiyi talep eden, inatçı, asi kardeşi Isabel'e hak ettiği yeri veremiyor. Böylece iki kardeşin hayatı kendi karakterleri etrafında şekillenen iki ayrı kola ayrılıyor. Savaş kapıya dayadığında doğal olarak iki kardeşin tepkisi de birbirinden farklı oluyor. Viann yalnızca kocasının eve dönmesini ve çocuklarının güvende olmasını dilerken Isabel Fransa'yı tekrar özgür kılabilmek için üzerine bir görev düştüğüne inanıp bunun peşinden gidiyor. İki kardeş de savaşa, ölüme, yıkıma, kimliksizleşmeye, kayba kendi yollarıyla direniyor.

Bülbül bence savaşın yalnızca erkeklerle ilgili olmadığını, kalıp sabretmenin de gidip savaşmak kadar güç ve cesaret istediğini hatırlamak adına güzel bir kitap. Bence kitabın geride kalanlar üzerinden işlenmesi iyi bir seçim olmuş. Böylece savaşın aslında kimseyi geride bırakmadığını, herkesi çığına katıp da kimseyi olduğu gibi bırakmadığını da görmüş oluyoruz.

"Hikayeleri erkekler anlatır," diyorum. Sorusuna verilecek en doğru, en basit cevap bu. "Kadınlar hayatlarına devam eder. Bu bizim için bir gölge savaştı. Bittiğinde bizim için törenler düzenlenmedi, bize madalyalar verilmedi, adımız tarih kitaplarında geçmedi. Savaş sırasında yapmamız gerekeni yaptık ve bittiğinde parçaları bir araya getirip hayatımızı yeniden kurduk." 

Olayların Fransa üzerindeki izdüşümlerini görmek de etkileyiciydi, ilk kez tüm bunlara Fransa penceresinden bakma imkanı buldum. Böylece her ne kadar çok farklı olsak da aslında büyük bir çatının altında hepimizin bir olduğunu hatırlamış oldum. Hepimiz aşık oluyor, acı çekiyoruz; fedakarlıklar yapıyor, bizim olanı korumak istiyoruz; hepimiz direniyoruz; yaşamak, kendimiz olarak yaşayabilmek istiyoruz.

Nazi katliamları, işkenceleri bir insanlık ayıbıdır ve bana başkaları adına da utanmayı öğretmiştir. Ayrışmaya, bölünmeye bu kadar yakın olduğumuz, savaşın bir adım ötedeki pis nefesini bir yanımızda hissettiğimiz bu dönemde insanlığımızı hatırlamak, savaşın çirkin yüzüne tanık olup da aklımızdan çıkarmamak için okunası bir kitap. Benim için yalnızca duygusal anlamda kazandırıcı bir kitap değil aynı zamanda bilgilendirici bir kitap da oldu. Mesela Oradour-sur-Glane'de olanları ilk kez duydum ve içim ürperdi.

Ama sevgi nefretten güçlü olmalı yoksa bir geleceğimiz olamaz

Bir de bunu yazının neresine konduracağıma karar vermedim ama Kristin Hannah'nın düşman saflarının da bizim gibi insanlardan oluştuğunu; bu insanların da ailesinin, hislerinin ve değer yargılarının bulunduğunu bir karakter üzerinden anlatmasından çok hoşlandım. Gerçek düşmanımızın kim olduğunu, kim olmadığını bilmek daima çok önemli bence.

Kitabın diline, anlatımına dair pek bir şey söylemedim ama bence gayet iyiydi ve yeterliydi.

Tarihi kurgu sevenlere akıllarında bulundurmalarını tavsiye ederim.

Kim olduklarını düşünme, kim olduğunu düşün.

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Neler Oluyor Hayatta?

Son dört yazımın okunma sayısı sıfırken (0) uğraşıp da yeni bir yazı hazırlamak akıl işi mi bilmiyorum ama genel bir yazı yazmak istedim çünkü bir şeyler hakkında tek tek yazı yazmaya vaktim olmadı. Yazmayı bitirince blogumu nasıl tanıtabileceğimi araştırayım bari.

Temmuz ayında 5 kitap okumuşum ki okuma sıramla şöyleler:
1-Beş Küçük Domuz - Agatha Christie
2-Korku - Stefan Zweig
3-Çocukluğun Sonu - Arthur C. Clarke
4-Ah'lar Ağacı - Didem Madak
5-Theo'ya Mektuplar

Sayıca pek fazla olmasa da hepsini beğenerek okudum o yüzden bu ayımı çok da verimsiz sayamam.

"Beş Küçük Domuz" hakkındaki yazım için buraya, "Çocukluğun Sonu" hakkındaki yazım içinse buraya tıklayabilirsiniz.

"Korku" okuduğum ikinci Zweig kitabıydı. İncecik ve yoğun, olaylardan ziyade ruhsal betimlemelerin ağırlıkta olduğu bu kitabı beğenerek ve yazarına hayranlık duyarak okudum.

"Ah'lar Ağacı" aldığım ve okuduğum ilk şiir kitabıydı. Hani Gülten Akın diyor ya "Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya" diye, belki de bu sebepten şiirle iç içe olamadım şimdiye kadar. Ama Didem Madak'la iyi bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum ve şiir okumaya devam etmek istiyorum.

"Theo'ya Mektuplar" benim için özel bir kitaptı. Doctor Who'nun "Vincent and The Doctor" bölümünü izlediğimden beri Van Gogh'a karşı bir ilgi duyuyorum. Şiire karşı olan mesafem resme karşı da var ama Vincent Van Gogh'un resimleri gerçekten hoşuma gidiyor. Bu sebeple onun kardeşi ve maddi manevi destekçi olan Theo'ya yazdığı mektupları okuyarak iç dünyasını daha iyi tanımak ve yaşamında değeri bilinmeyen bu güzel adamı daha iyi takdir edebilmek istedim. Pek çok kişi için heyecan verici bir kitap sayılmaz ama ben pek çok satırda kendimi buldum ve çok ilham aldım. Ressamı sevenlere ya da resim işiyle ilgilenenlere özellikle tavsiye ederim. Aslında çok daha uzun bir yazı hazırlamayı düşünmüştüm bu kitap hakkında ama bir gece geç saatlerde bitirdim ve ertesi sabah da Antalya'ya doğru yola çıktık erkenden.

"Yıldızlara baktığımda düşlere dalıyorum, tıpkı bir haritada kentleri ve köyleri gösteren siyah noktalara bakarken düşlere daldığım gibi. Neden, diye soruyorum kendime, gökte pırıl pırıl parlayan noktalar da Fransa haritasındaki kara noktalar kadar ulaşılabilir olmasın? Bizi Tarascon ya da Rouen'a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ölüm götürür. Yaşadığımız sürece yıldızlara varamayız, nasıl ki öldükten sonra trene binemeyiz, öyle."




Umarım düşlediğin yıldızlara varabilmişsindir sevgili Vincent. Ellerini sıkı sıkı sıkarım ve sana inanıyorum.

Temmuz ayında bir de dergi okuyordum: Arka Kapak. Dosya konusu J.R.R. Tolkien olduğu için kaçırmak istememiş, almışken de bu sayıyı bütün yazılarını okuduğum tek dergi yapmak istemiştim. Kısmet olmadı, Antalya'ya gitmeden evvel hala okumadığım altı yazı kaldı. Bu ay tamamlarım sanıyorum ama süresi geçince hevesim kaçtığından çok da emin olamıyorum.

Bu ay iki film izledim bir de : The Beauty and The Beast ve Persepolis. Birkaç tane daha film izledikten sonra toplu yazı yazabilirim sanıyorum.

Gelelim bu aya yani Ağustos ayına. Geçen ayın son günü  Antalya'ya gitmek için çıktık yola, dün gece de Bursa'ya vardık. Orada hem denizde hem de havuzda yüzdüm, bol bol yemek yedim ve biraz da gezdim. Gelmişken Olympos ve Phaselis Antik Kentlerine gittik. Bu tür gezintilerden hoşlanıyorum. Oralara gittiğimde zaman denilen ince perdenin ardında benimle aynı mekanda bulunan, yaşayan, benimle soluk alıp veren insanları düşündüm. Özellikle Phaselis Antik Kenti'ndeki tiyatroda acaba ne tür şeyler gösteriliyordu diye düşündüm ve rengarenk kıyafetlere bürünmüş, coşku içindeki bir seyirci
kalabalığını hayal etmeye çalıştım. Bol bol da fotoğraf çektim.

Giderken yanıma "Kan ve Yıldız Işığı Günleri"ni almıştım okurum diye ama o iş yalan oldu. Mola verdiğimizde hemen dergilerin olduğu yere gittim ve kendime OT'un bu ayki sayısını aldım; iyi ki de almışım! Dergiyi altı gün içinde bitirdim ve eğer ergenliğimde okuduğum dergileri saymazsak bütün yazılarını okuduğum ilk dergi oldu. Bunu da derginin keyifli oluşuna borçluyum. Ne zamandır dergi arayışındaydım, farklı dergiler denemiş ama kendime göre olanı bulamamıştım hiç; OT bundan sonraki aylar için de iyi bir seçenek oldu. Bundan sonra her ay en az bir dergi okumayı düşünüyorum, her ay aynı dergi olmak zorunda değil ama.

Bursa'ya döndüğümüz gece bahçedeki evimizde kaldık. Benim için iyi oldu. Yaşlanınca doğayı insanlardan çok arayacağımı tahmin ediyordum ama doğanın çekiciliğinin bu yaşta bu kadar artmasını beklemiyordum. Küçüklüğümden beri kendimi denize daha yakın hissederim ama bu yıl "Acaba ben daha çok orman insanı mıyım?" diye düşündüm.

Bahçeden eve gelip de valizleri boşalttıktan sonra yaptığım ilk iş ise Game of Thrones'un birkaç gün önce yayımlanan bölümünü izlemek oldu. Sonraki bölümü da sızdırılmış internete - zaten baya baya hacklenmişler- ama ben asıl çıkış vaktinden önce izlemeyeceğim saygımdan, her ne kadar diziyi yasadışı yollardan -yani galiba öyle- izliyor olsam da.

Game of Thrones'tan sonra da Rick and Morty'nin yeni bölümünü izledim. Şimdilik böyle.

Hoşçakalın.

21 Temmuz 2017 Cuma

Çocukluğun Sonu


"Teleskoplar uzayı gözleyedursun, belki de şu an birileri Dünya'ya mikroskopla bakmakta."


Sanırım yazarın dilinden ötürü, kitabı okumak başından beri kolay ve keyifliydi. Buna rağmen benim kitabı bitirmem 6-7 günümü aldı. Bu da tamamen benden kaynaklı bir durum, aynı anda pek çok şeyle uğraşmaktaydım. Baktım ki başlayalı günler oldu ama kitap daha bitmedi ben de dün gece -saat 24.00'ü geçince dün olmuyor gerçi- 02.00'ye kadar oturup bitirdim. Biraz da gecenin verdiği duygusallıkla olacak kitabın son kısmı beni çok üzdü, etkiledi. Son kısmı okuyana kadar kafama notlar almıştım şunlardan şunlardan bahsederim diye ama o kısmı okuyunca normal bir kitap gibi yorumlamak tuhaf olacakmış gibi geldi. Yine de yapacağız artık bir şeyler.


Kitabın başında ABD ve SSCB bir uzay yarışı içinde, uzaya ilk önce kimin varacağı tartışılmakta. Hani derler ya "İnsanlar plan yapar ve Tanrı onlara güler." diye, işte insanlar da uzaya açılma planları yapıyorken uzay -uzaylılar- onların ayağına geliyor. Dünyalıların "Hükümdarlar" adını verdiği bir uzaylı ırkı gemileriyle Dünya'nın önemli başkentlerinin üzerine konumlanıyor, onları gözlemliyor, bu "çocuk"ların yetişmesinde onlara rehberlik ediyor. Üç kısımlık kitabın ilk kısmı bunun hakkında. Bu kısmı okurken kendimi "Bu durumda ben ne yapardım?" diye sorguladım. Bir de Doctor Who'nun son sezonundaki bir bölüme benzettim birazcık ki çok da benzemiyor aslında.


Kitabın ikinci kısmının adı "Altın Çağ" ve adından da anlaşılacağı üzere insanlığın altın çağından bahsediyor. Ülkelerin adlarının yalnızca posta gönderimlerinde karışıklık olmamasına yaradığı, herkesin dünya vatandaşı olduğu, savaş ve çatışmaların sona erdiği, kaba kuvvet gerektiren bütün işlerin robotlar tarafından yapıldığı bir ütopya tablosu çiziliyor gözlerimizin önüne. Bu bölümde Arthur Bey'in gelecek öngörüleri dikkate değer. Çatışmaların sona erişiyle sanatın malzeme kaybetmesi, insanlığın ilerleyişiyle dinlere ihtiyaç kalmayışı, Hükümdarların kendi teknolojilerinden kat kat üstün teknolojileri çoktan elde ettiklerinin bilinciyle artık bazı gelişmelerin denenmesinin bile insanlarca gereksiz sayılması... Hepsi de mantık çerçevesinde ve olası tahminler. Ancak düşününce bazı şeyler daha farklı da gelişebilirmiş gibime geliyor. Mesela dinlerin yok olmasını ele alalım. Bana öyle geliyor ki bu şartlar altında bütün eski dinler destekçilerini kaybetse bile ortaya yenileri çıkardı. Çünkü evrenin ne kadar büyük ve kendilerinin ne kadar küçük olduğunu anlayan insanlar, ne kadar gelişseler de Hükümdarların teknoloji ve bilgeliklerine erişemeyen insanlar, olasılıkların kendi bilgi ve deneyimlerinden ne kadar üst olduğunu fark eden insanlar, kendilerinin daha çocuk seviyesinde bile sayılamayacağı sonsuz gelişim olanakları içinde kaybolmamak için kendilerine mutlak bir dayanak noktası bulmaya ihtiyaç duyabilirlerdi. Diğer tespitler için de başka olasılıklar mümkün ve hepsi de değerlendirmeye değer. Ayrıca ikinci kısım aynı zamanda hikayenin yavaş yavaş şekil almaya başladığı kısım.


"Bir ömürlük zaman diliminde insanlık, bir ırkın görüp görebileceği her türlü mutluluğu elde etmişti. Altın Çağ'ını yaşamıştı. Ancak altın aynı zamanda günbatımının, sonbaharın rengiydi ve kış fırtınalarının ilk esintilerini yalnızca Karellen'in kulakları işitiyordu."


Üçüncü kısmın adı "Son Nesil". Bu kısmı nasıl yorumlayacağımı ya da kısımdan nasıl bahsedeceğimi bilemiyorum, beklediğimden çok daha farklı bir yön aldı burada kitap. Tanıtım yazısında bile "Hiçbir ütopya toplumun bütün bireylerine sonsuza dek tatmin sağlayamaz." alıntısına yer verdiği için ben bir süre sonra insanların ütopyadan sıkılıp kendi doğalarının da bir sonucu olarak ilkel yaşam dönemindeki gibi bir vahşete geri döneceklerini, kitabın da bize "İnsanın doğası kusursuz bir ütopyaya müsaade etmez. Özellikle de bu dışardan gelen bir etken tarafından sağlanmaya çalışılırsa insanlık, gerekli bedeli ödemeden, vaktinden hızlı gelişirse elde edilen başarıların kalıcılığı sağlanamaz. Ancak biz ne olursa olsun en iyisini ummaya cesaret etmeye ve toplumu ilerletmek için elimizden geleni yapmaya mecburuz." mesajını vererek sona ereceğini varsaymıştım. Bu belki bir yardımcı fikir olabilir ama benim anladığım kadarıyla kitabın asıl iletisi değildi olaylar çok daha farklı gelişti. Ne yönde geliştiğini, ne olduğunu anlamak içinse kitabı okumanız gerekiyor.


Kitap benim en başta beklediğim gibi olsaydı da çok beğenirdim ama var olduğu haliyle çok özel bir yere sahip. Benim için gerçekten çok ufuk açıcı ve düşündürücü bir okuma oldu bu. Daha en baştan klasikleşmiş istila, faydalanma ya da yuva arama gerekçelerinden başka ve gizemli bir sebeple uzaylı bir ırkı Dünya semalarında ağırlayarak özgünlüğünün ilk sinyallerini verdi. Zaman algısını başıma yıktı, bilim kurgunun imkanlarını mümkün olan pek çok farklı şekilde kullandı. Doctor Who izleye izleye uzay seyahatinin ne anlama geldiğini bildiğini sanan bana aslında hiçbir şey bilmediğimi hatırlattı. Evrenin büyüklüğü ve bizim küçüklüğümüz, bu sonsuz evrende yalnız olmadığımız ama aslında ne kadar yalnız olduğumuz, gelecekte keşfedilebilecek bilinçli uzaylı ırklarıyla aramızdaki muhtemel ve muhteşem uçurumlar hakkında düşündürttü ve bana "Galiba insan uzaya hazır değil." dedirtti.


Anlatımını hakim bakış açısıyla oluşturan kitap tek bir ana karakter üzerinden ilerlemiyor. Okuduğum yorumların birini yazan kişi bunu kitabı sevme sebeplerinden biri olarak göstermiş ama bence bazı açıklardan dezavantajlı bir seçim olmuş. Çünkü eğer yolculuğumuza başından beri ortaklık eden ana karakterler olursa onlara alışır onlarla duygudaşlık kurarız ve böylece kitabın içine çok daha kolay gireriz, kitaptan daha çok etkileniriz. Ayrıca kitapta daha derli toplu bir düzen olur, böylesi biraz savruk olmuş. Yine de yazar bunun avantajlarından faydalanmış. Mesela ben "Ee, böyle bir karakter vardı; o olayı nasıl etkiledi şimdi?" diye düşünürken aniden o karakteri tekrardan göreceğimizi ve bunun ne kadar vurucu olacağını fark ettim.

"Çocukluğun Sonu"nu bitirdiğimde "İyi ki okumuşum!" dedim ve Arthur C. Clarke'ın neden en büyük üç bilim kurgu yazarından biri sayıldığını anladım. Herkesin beğeneceği bir kitap olduğunu düşünmesem de herkese farklı bir bakış açısı kazandıracağını düşündüğümden sizlere de tavsiye ediyorum.
 
Son olarak da İthaki'nin bu sade kapak tasarımını çok beğendiğimi belirtmek istiyorum. Zaten son zamanlarda çok güzel kapaklar çıkarıyorlar.

He bir de "Chilhood's End" adıyla mini dizisi çıkmış ama benim karşılaştığım bir iki yorumdan hiçbiri olumlu değildi.


"Ama içten içe biliyorlardı ki bilim bir şeyin mümkün olduğunu duyuruyorsa günün birinde elbet gerçekleşecekti..."

Beş Küçük Domuz




                                               "Bu küçük domuz pazara gitti,
                                                Bu küçük domuz evde kaldı,
                                                Bu küçük domuz pirzola yedi,
                                                Bu küçük domuz evde oturdu,
                                               Bu küçük domuz 'vii vii vii,'diye ağladı."


Çapkın ve ünlü bir ressam olan Amyas Crale, zehirle işlenen bir cinayete kurban gider. Karısı Caroline Crale bu cinayetin suçlusu ilan edilir, kimsenin de bu konuda en ufak bir şüphesi yoktur. Fakat bu olaydan on altı yıl sonra, cinayet işlendiğinde beş buçuk yaşında olan kızları, Carla Lemarchant meşhur dedektifimiz Hercule Poriot'a gelerek olayın yeniden araştırılmasını ister. Evlilik arifesindeki genç kıza bunu yaptıran şey ise annesinin kendisine yıllar sonra teslim edilmesini vasiyet ettiği ve kızına masum olduğunu yazdığı bir mektuptur.


Hercule Poriot davayı kabul ettikten sonra sırasıyla Caroline Crale'i savunan avukatla, genç savcı yardımcısıyla, Crale ailesini yıllardan beri tanıyan yaşlı bir avukatla, dava sırasında mahkemede olan bir katiple, soruşturmayı idare eden polis müfettişiyle ve cinayet esnasında yakında bulunan beş şüpheliyle görüşüyor. Daha sonra da beş şüpheliden olayı tek tek yazılı olarak anlatmasını istiyor. Olay yıllar önce meydana geldiği için heyecanlı bir olay örgüsüyle ya da bol aksiyonla karşılaşmıyoruz. Buraları okurken, kitabın bu kadar durgun olması kaçınılmazsa da, şöyle düşünüyordum: Yazarın en iyi kitaplarından olmasa da bir Agatha Christie romanı olmanın ağırlığını taşıyor. Fakat son bölümlere geldiğimde bütün sözlerimi yuttum. Dedektifin bütün şüphelileri açıklama yapmak üzere bir araya topladığı ve açıklama yaptığı sahneyi büyük bir heyecan içinde okudum. Günlerdir elimde sürüklediğim kitabın sonunu bir solukta ve gece geç saatlerde getirdim. Katilin kim olduğunu yine tahmin edememiştim! Oysaki bu sefer çok emindim ve katil düşündüğüm kişi çıkacak diye manyakça bir sevinç içindeydim. Fakat öyle olmadı! Tam bir ters köşeydi, şoktan şoka uğradım.


Kısacası ortalamanın üstünde bir kitap sonlara doğru şahlanarak bana Agatha Christie'den asla daha azını beklememem konusunda iyi bir ders verdi. Polisiye okumak ilginizi çekerse sizlere de tavsiye ederim. Muhtemel bazı ön yargılarınızı tahmin ederek Agatha'nın romanlarında vahşetin pek yer almadığını, hatta cinayet aracının sıklıkla zehir olduğunu belirtmek isterim.


Şuna da değinmeden geçemeyeceğim: Kitap boyunca yazım yanlışları beni canımdan bezdirdi! Hayır yani, parası neyse verin; ben düzelteyim.


Sevgiyle kalın :)


"Size insanın gerçeği ancak kafasındaki gözlerle görebileceğini anlatmaya çalışıyordum."

7 Temmuz 2017 Cuma

Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler


LYS’lerim sona erdikten sonra büyük bir açlıkla sarıldığım ilk kitap Centilmen Piç serisinin ikinci kitabı olan Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler oldu. Bayılarak okuduğum bu kitapta ilerlemekte nedense çok zorlandım ve 696 sayfalık kitabı 14 günde bitirdim. Serinin ilk kitabı olan "Locke Lamora’nın Yalanları"nı bitirmem ise 25 gün sürmüş. İlk kitabın içine girmekte biraz zorlandığımı hissetmiştim ama alışınca onu da çok sevmiştim bunun gibi.
 

“‘Zor’ ile ‘imkansız’ genellikle birbirleriyle karıştırılan iki kuzendir ve aralarında çok az benzerlik bulunur.”


Bu kitabımızda profesyonel hırsızlarımız Locke ve Jean yollarını Tal Verrar’a düşürüyorlar ve iki yıl boyunca oradaki en korunaklı, zenginlerin uğrak mekanı olan Günahane adlı kumarhaneye bir vurgun yapmak için hazırlanıyorlar. Fakat onlar “hırsızları refaha kavuşturmak ve zenginlere hatırlatmak” için giriştikleri bu soygunu planlarken kendilerini bir başkasının planının başkahramanları olarak buluyorlar. Bütün bunlar yetmezmiş gibi alacak intikamı olan düşmanlar, gizemli suikastçılar da hayatlarından eksik olmuyor.
 
Ben serinin ilk kitabını okuyalı neredeyse bir yıl olmuş. Bu yüzden ikinci kitabın birinciye sıkı sıkıya bağlı olmaması benim için çok iyi oldu. Ana karakterler ve diğer kitaba yapılan göndermeler hariç süregelen bir hikayenin bir kesidi olmadı da yeni bir maceranın kapılarını açtı bize. Olayların geçtiği mekanlar da ilk kitaptakinden farklıydı. Mekanların tasvirlerini okurken her zamanki gibi yoruldum ve sinirlendim çünkü sözcüklerle tarif edilen bir mekanı katiyen canlandıramıyorum kafamda. Ama bu kitapta olaylar kurgusal mekanlarda geçtiği için mekansal tasvirler zorunluydu ve altından başarıyla kalkılmıştı. Mekansal farklılıkta dikkati en çok çeken nokta ise olayların büyük bir kısmının deniz üzerinde geçmesi. Locke ve Jean kendilerini dahil olmak istemedikleri bir planın ortasında bulduklarında görev icabı denize açılıyorlar. Bugüne kadar aldıkları bütün eğitimler ve sahip oldukları tüm deneyimler karadaki yaşam üzerine olan iki hırsızımız bu sefer hakkında hiç fikir sahibi olmadıkları deniz üzerinde başka bir yaşam tarzını öğrenme, yeni dostluklar edinme ve yeni maceralara yelken açma imkanı elde ediyorlar.


"Kaybetmemize ramak kaldı demek, nihayet kazandık demenin bir başka yolu hepsi bu."
 
Denizcilik konusunda ben de Locke ve Jean’in kitabın başında oldukları kadar cahilim, bu yüzden bütün o denizcilik terimleri benim için afili sözler olmanın ötesine geçemedi. Bir de okurken hep “Vay bee, yazar olmak için amma şey öğrenmek gerekiyor” diye düşünüyordum. Son sözü okuduğumdaysa Scott Lynch’in de zaman zaman neden bahsettiğinden haberi olmadığını öğrenip tebessüm ettim.
 
Geçen kitapta fark ettiğim bir özellik romantizmin neredeyse hiç olmamasıydı. İnsani ilişkilerde daha çok ön plana çıkan “arkadaşlık” olmuştu. Peki bu bir eksiklik miydi? Hayır. Bu kitaptaysa işin içine romantizm de giriyor. Zaman zaman bunun iki centilmen piçi birbirinden uzaklaştırdığını düşünsem de iyi ve belki de gerekli bir değişiklikti. İlk kitapta Locke’un aşkı olarak tanıdığımız Sabetha’yı ise bu kitapta da göremedik. Nasıl biri olduğunu gerçekten merak ediyorum, umarım sonraki kitapta tanışabiliriz.

“Dünyayı meridyenden meridyene keyfimce ellerimde tuttum. İmparatorlardan ikrar, büyücülerden hikmet, generallerden figan dinledim.”


“Yani bir kütüphanen mi vardı?”

Aksiyonu, yazım dili, yaratıcılığı, dostluk ilişkileri, doluluğu, kurnazlığı ve daha pek çok yönüyle beğenimi kazanan serinin belki de en çok sevdiğim yanı ne zaman yapılan bir işten bahsedilse hep “erkekler ve kadınlar” ifadesinin geçmesiydi. Söz konusu olan bir ordu mu? Mutlaka erkekler ve kadınlardan oluşuyordur. Mürettebat? Kadınlar ve erkekler. Kitap boyunca bir kez bile kadını aşağılayan bir söz kullanan bir karakter olduğunu hatırlamıyorum. İki kitapta da kadın ve erkek toplumu oluşturan iki ana unsur olarak eşit şartlarda yaşamlarını sürdürdüler. Bunu görmek beni çok mutlu etti ve çok hoşuma gitti. Yazarı bunun için tebrik etmek istiyorum. Ayrıca bu kitapta diğer kitapta pek karşılaşmadığımız güçlü yan kadın karakterler vardı. Mesela kadın hem bir korsan gemisinin güçlü kadın kaptanı hem de gemi şartlarında yetiştirdiği iki minik çocuğun annesi. Bu da bu kitabın diğerine göre bir artısı.






Sonlarına doğru bütün olayların birbirine düğümlenip aklımızı zorlayarak sonra da çözüldüğü bu kitabı ben çok severek okudum. Hatta çıkması planlanan yedi kitaptan yalnızca ikisini okusam da en sevdiğim serilerden biri ilan ettim. George R.R. Martin’in “Canlı, orijinal ve çekici. Muhteşem bir şekilde yazılmış.” diye methettiği Centilmen Piç kitaplarını bu türü sevenlere mutlaka tavsiye ederim.


"'Soğuk duvarlar değildir bir hapishaneyi hapishane yapan,' diye okudu ezberden Jean gülümseyerek, 'bir esiri esir yapanın demir zincirler olmadığı gibi.'"



4 Temmuz 2017 Salı


Bloga dönüş, yaşasın!

 

Ben de herkes gibi ve her zamanki gibi yaz tatiline türlü planlarla girdim. Bunlardan birincisi bol bol kitap okumaktı ama şimdiye kadar okuduğum tek kitap “Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler” oldu. Şimdiye Agahta Christie’nin “Beş Küçük Domuz”unu okuyorum.

 

Planlarımdan ikincisi bol bol film izlemekti. Bilgisayarımız kafasına göre kendini kapattığı için şimdiye kadar hiç film izleyemedim ne yazık ki. Aynı sorundan ötürü başlamak istediğim pek çok diziye de başlayamadım. Telefondan izleyebileceğimi biliyorum ama pek sevmiyorum öyle. Şimdiye kadar telefondan izleyebildiklerimle “How I Met Your Mother”ı bitirdim bir tek. Bir de “The Big Bang Theory”nin izlemediğim bölümlerini tamamlıyorum, eskisi kadar keyif vermiyor. He bir de “Doctor Who”yu takip ettim sezon finaline kadar. Ah, o nasıl bölümdü öyle!  

 

Bir diğer planım da bol bol gezmekti ama bu sıcakta nerde! LYS 1’den çıktıktan sonra “Karayip Korsanları”nın yeni filmine gittim, bir de sınıfça iftara gittik; onun dışında mecbur olmadıkça çıkmadım dışarıya. Neyse ki bugün hava serinledi. Gece yağmur yağınca nasıl da mutlu oldum! Umarım çok sıcak olmaz tekardan, çok sıcakları hiç ama hiç sevmiyorum ben.

 

Temel planlarımdan sonuncusu da gerçekleştirdiğim bu planlara dair yazılar yazmaktı. Onu da çeşitli sebeplerden ötürü henüz gerçekleştiremedim ama bu sefer bloga daha ciddi bir dönüş gerçekleştirmek istiyorum. Artık, şimdilik, büyük bir sorumluluğum kalmadığından bu işi ilerletme niyetindeyim. Her zamanki kitap yorumlarının yanı sıra yapmak istediğim başka birçok şey de var. Mesela en kısa zamanda diziler hakkında bir yazı serisi hazırlamak istiyorum. Biri bitirdiğim ya da izlemeye devam ettiğim diziler, diğeri yarım bıraktığım diziler, diğeri ise başlamayı düşündüğüm diziler hakkında olacak. Onun dışında düşünce yazıları yazmayı, listeler hazırlamayı falan da düşünüyorum. Eğer Instagram’daki hesabımı büyütebilirsem kafamda çok güzel okuma etkinlikleri de var ama üşeniyorum fotoğraf çekmeye de, kaliteli bir sonuç elde etmek istiyorsam uğraşması güç bir iş.

 

Şimdilik böyle. Bu yazıyı yayımlamadan önce blogun adını değiştireceğim, belki tasarımıyla da oynarım biraz. Sonra “Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler” için daha bu yazıyı yazmadan önce hazırladığım yazıya son halini verip onu da paylaşacağım birkaç gün arayla. Umarım bu sefer blog işinde biraz daha ilerleyebilirim. Her şeyin okuyan birilerinin varlığına bağlı olduğunu düşünüyorum.

 

Sevgiyle kalın. J